KENDİSİYLE YAPILMIŞ RÖPORTAJLAR
KENDİSİYLE YAPILMIŞ TÜM RÖPORTAJLAR
“Deneyselci bir dokunuşla başkalaşan,
dönüşen, özgünleşen “O Şey(ler)”
Ceyhan Özyıldız hikâyeden hikâyeye, kimlikte kimliğe, fotoğraftan fotoğrafa, formdan forma, renkten renge dönüşen iki kitaplık bir çalışmaya imza atıyor.
Edebiyatçı, fotoğrafçı, grafik tasarımcı ve belki de kütüphaneci kimliklerinden süzülüp gelen farklı damlaları foto-manipülatif dokunuşlarla, akımlar ötesi bir bakışla, sanatsal olarak farklı ve ilginç formlara dönüştürerek sanatseverlere sunan Ceyhan Özyıldız ile hem bu kitabın yaratım süreçlerini hem de her biri farklı hikayelere sahip bölümlerle ilgili detayları konuştuk.
“Bu kitap benim sanata başlamamla başlıyor”
İçinde fotoğraf, grafik tasarım, öykü gibi unsurları taşıyan bu çalışman ne kadar geriye gidiyor? Özellikle fotoğraflama kısmındaki görsellere bakılırsa materyal biriktirme oldukça eskiye gidiyor diyebilir miyiz?
Ceyhan Özyıldız: Yüzeysel olarak benim sanata başlamamla bu kitap başlıyor diyebiliriz. Kitabın içeriğinde fotoğraf, grafik sanatları, öykü var. Yani bu kitap benim bu sanatlardaki birikimimin, edindiğim kültürün bir toplamı gibidir.” O Şeyler” özelinde ise iki yıllık bir maziden bahsedebilirim. İçerik olarak parça parça çalışıyordum ama bir bütünlük olarak böyle bir kitaba dönüşme serüveni son 3-4 yıla dayanır. Son 2 yılda da hızlandırılmış bir süreçten bahsedebiliriz.
Yani kitap bir Pandemi dönemi yapımı mı? Bu dönemde özellikle müzik ve edebiyat alanında evlerden çok önemli yaratımlar ortaya çıktı.
Özyıldız: Sanatçılara sorduğunda yaratımlar anlamında herkes Pandemi döneminden memnun. Ben o süreci okumayla geçirdim ve hemen sonrasında “Yemenisi Sarı” adlı öykü kitabımı çıkardım. Bu kitabın yaratım süreçleri çok eskiye gittiği için Pandeminin kitap üzerinde bir etkisi olduğunu söyleyemeyiz ama özellikle son bayram döneminde sabah 7- akşam 4 bilgisayarın başında çalıştığımı söyleyebilirim. O dönemde hem okudum hem de yazdım o yüzden elimde büyük bir arşiv var.
Sergi konusuna kitap çalışmasını bitirdiğinde mi karar verdin yoksa ilk baştan bir kitap+sergi düşüncen var mıydı?
Özyıldız: İlk sergi planı yoktu. Sonra Rüstem’s önerisi ile sergi fikri oluştu.
“Deneyselciliği, yeni bir şeyler anlatmayı sevdiğim için bir fotoğrafla ne yapabilirime baktım”
Yöntem olarak ilk öyküyü belirleyip sonra uygun fotoğraflar mı çektin yoksa çekilmiş fotoğraflar üzerine öyküler mi yazdın?
Özyıldız: Bu kitapta hepsi de var. Benim arşivimdeki en eski çalışmalar olan zincirli kapı fotoğraflarını biriktiriyordum. Arkadaşlara yaptığım tavsiyeyi önemli bulduğum için buradan bir kez daha tekrarlamak isterim. Ne yaparsanız yapın ama yaptıklarınızı bir belgeye dönüştürün. En önemli sıkıntılarımızdan biri arşivciliktir. Burada karma bir çalışma var. Benim elimdeki neler var ona bir baktım. Detay-doku bağlamındaki çalışmalarımı derledim. Saat on iki iki, kapılar ve işçilerin ayak izleri birer proje olarak çalışıldı. Bu projelerin özü aynı kalmakla beraber bir kitaba evrildi. Deneyselciliği, yeni bir şeyler anlatmayı sevdiğim için bir fotoğrafla ne yapabilirim fikrinden doğan bu projeyi de severek yaptım. Yeni bir ifade biçimi, dil oluşturmaya uğraş verdim.
Kitabı adadığın kişiler kimlerdir?
Özyıldız: Bu kişiler atalarımdır (babaanneler, anneanneler). Bugün herkes herkesten bir şeyler alıyor, birbirinden bir şeyler paylaşıyor. Özellikle Zincirli Kilitli Kapılarda çalışmanın üzerinde olan her şey benim çektiğim fotoğraflardır. Burada bana ait olmayan hiçbir şey yok.
“Bilinçli olarak bir akımın peşinden gitmedim. Yeni yöntemlerle yeni şeyler söylemek lazım”
Dadaizm dışında başka akımların da eserlerde yansımasını görüyoruz. (Ekspresyonizm, yapıbozumculuk vs.) Tek bir akıma bağlı değil de daha farklı, özgür ve özgün çalışmalar yaptığını gözlemledim. Sen bu farklılığı ve özgünlüğü nasıl anlatırsın?
Özyıldız: Postmodernizm zamandayız. Evet İZM’ler sanat tarihini çok etkilemişlerdir ama İZM’lerin klasik izinde giden bir anlayış geride kalmıştır. Sanat tarihini kendimce biliyorum ama İZM’ler artık klasik kullanımını tamamlamıştır. Onlardan bir şeyler aldım mı? Bilinçli olarak bir akımın peşinden gitmedim. Almış da olabilirim. Yeni yöntemlerle yeni şeyler söylemek lazım. Belki biraz pop-art veya op-art diyebiliriz.
Bir baktığımızda Post-Modernizmde her yerde sanat var, herkes bir nevi sanat yaratıcısıdır. Amaç sanatı tabana yaymaktır (bir üst sanat işi olmaktan kurtarmak). O kadar güzel, özgün, deneysel yaratıcılık dolu işler var ki. Kimileri sanatın bir düşünceye, felsefeye yaslanması gerektiğini savunur ama estetik değerlere de yaslanılabilir (benim Siyah Beyaz kitabımda olduğu gibi). Sanat eseri sadece felsefeden mi beslenir? Bu alan çok zengin.
“Grafik unsurlar ve dijital çalışmalar çok yoğun olarak kullanıldığı için zanaat yönü çok fazladır”
Kitapta grafik tasarım unsurları da oldukça güçlü. Sanki de fotoğrafla sonsuz bir tasarım tekniği ve tekrarından oluşan bir kitap yaratmışsın.
Özyıldız: Yapılan her şey bir düşüncenin ürünüdür. İnsanın gördükleri, yaşadıkları ve okuduklarının bütünü, bu dünyadan aldıklarıyla oluşturduğu bilinç, bilgiden bilince doğru ilerleme ve dünyayı farklı yorumlama meselesi çok önemlidir. Ama sanatta en büyük şey bence artık zanaatdır. Michelangelo’nun dediği gibi “Mermerde bir melek gördüm ve onu çıkarttım” der. Benim bu kitabımda grafik unsurlar ve dijital çalışmalar çok yoğun olarak kullanıldığı için zanaat yönü çok fazladır. 15 yıllık grafiker tecrübem ile ben bunu kendim yapıyorum sanki o mermeri yontar gibi. Zaman içerisinde yaptığım şeyleri de başka şeylere dönüştürdüğüm olmuştur. Algıyı çeşitlendirici eklemeleri severek yapıyorum. Bu kitapta da bölüm bölüm çalıştım ama geriye de dönerek üzerinde tekrar tekrar dokunmalar yaptım. Hem içeriksel hem çalışma biçimi olarak kitabın adı “O şey(ler) II: Tekrar ve Tekrar” oldu. İlk bu çalışma A4 boyutundaydı ama kitap basım aşamasında Rüstem’de Halil Duranay ile buluştuğumuzda boyutu kare olarak ve doğal olarak içeriği de tekrar tasarladım. Basım için ayrılan masraflar belirlendiğinde kitabı bir kez daha tasarladım. Toplamda kitabı 3-4 defa tasarladım. Yani tasarım benim için bir araç değil bir amaçtır. Tasarım bu kitabın bir öğesidir.
Adı geldi şimdi aklıma aniden. İsim baştan itibaren “Tekrar Tekrar” mıydı?
Özyıldız: Hayır o da süreçlerde değişime uğradı. İlk haliyle baskıya girseydik adı “FotoGrafik” olacaktı. Değişe değişe sonra “Patchwork” oldu. Yapıbozumlar, manipülasyonlar, yeniden kurgulamalar ile çalışmayı bir patchwork halısına benzettim. Hem tekrar tekrar fotoğrafların kullanılması hem de üretim sürecindeki tekrarlar kullanımı üzerine kitabın adı Tekrar Tekrar oldu. İsimde Nana Mouskouri’nin “Over and Over” (Tekrar ve Tekrar) şarkısı da beni etkiledi.
“Bu bölüm birbirimizi etkilemek, dönüştürmek/değiştirmekten ortaya çıktı”
Bölümlere baktığımızda “Katmanlar” da görsele, grafik tasarım tekniklerine dayanan farklı yöntemler kullanıyorsun. Her insanın içini, her objenin arka planını farklı tarzlarla açarak derinlerine inme, detaylı analiz etme ve görünmeyen yönlerin insanlara sunma arzusunu hissediyorum.
Özyıldız: Bu bölüm birbirimizi etkilemekten ve dönüştürmekten/değiştirmekten ortaya çıktı. İnsan sosyal bir hayvandır ve fikirsel olarak, görünüşsel olarak, duruş olarak birbirimizi etkiliyoruz. Çoğalırken de kendimizi çoğaltırız, bir nevi kendimizden tekrar tekrar yeni bizler yaratırız. Bu bölümün ilk çalışması tek bir kız çocuğu gibi görünüyor ama bu çalışmada o kız çocuğunu etkileyen 4-5 kişinin portresi de vardır. 5-6 fotoğrafın birbirini etkilemesi sonucunda oluşan bir fotoğraf çalışması oldu. Farklı etkileşimlerden yeni bir insan, yeni bir semt, şehir yaratıyoruz. Bir şehirdeki dinamiklerin (insan, yapı, çevre, kültür, mimari vs.) ve/veya farklı şehirlerin birbirini etkilemesi ile yeni bir şehir (kimlik) ortaya çıkıyor. Yeni bir şeye doğru dönüşür.
Yaşadığımız şehirlere toplam olarak bakıldığında iyiye gitmediği kesin. Sanatta da etkileşimler sonsuzdur. Grafik, estetik bütünlüğe, uyum(suzluk)a, orana, dengeye önem veren bir sanattır. Bu iki çalışma rastlantı eseri yan yana gelmemiştir. (renksel, duygusal, estetiksel, fikirsel uyum, bütünselliği vardır)
Ben yerelden çok beslenirim ama illa da yerel olacaksın diye bir dertle hareket etmem. Öyküde de aynı tavrı gösteririm. İlla her öykü Kıbrıs’ta mı geçmelidir, illa yaşadığını mı yazmalısın yani? Sanat evrensel dev bir dünya oldu artık.
“Kitap renklerden oluşuyor. Canlı renkler kullanımını tercih ettim”
Renklerin kullanımı da gerçekten göz kamaştırıyor.
Özyıldız: Kitapta canlı renkler kullanımını tercih ettim. Etkili ve vurucu renkler kullanımı, gerektiğinde karşıt renkler gerektiğinde yakın ama parlak renkler kullandım. Kitap, renklerden oluşuyor. Rengin bu kitaba etkisi çok fazladır. O renkler kimi zaman düşünceme zıt bile olsa onu kullanmayı istedim. İşçiler hüzünlü bir konu olsa bile onları fotoğraflarken canlı ve farklı renkler kullandım.
Bir sanatçı duyarlılığı ile hareket ediyorum... Sanatı bir silah/güç olarak kullanma taraftarı değilim... Sanatta özgünlüğe inanırım...
Bu işçiler (İzler) çalışmasında bir sınıfsal bakış da sezinliyorum. Binlerce konu varken işçilerin ayak izlerini seçmen bir sınıfsal tercihi de yansıttığını düşünüyorum.
Özyıldız: Bir sanatçı duyarlılığı ile hareket ediyorum ve burada çevre, çalışma şartları, çalışan işçi insan gibi temalara vurgu yapıyorum. Ben sanatı bir silah olarak, güç olarak kullanma taraftarı değilim. Ben işçi bir babanın çocuğuyum ve kendim de işçiydim. Üniversiteye gidene kadar bir fiil işçi olarak çalıştım. İşçilerle çok zaman geçirdim. Yetiştirilme tarzı gereği ortaokuldan lise bitene kadar hatta üniversitede ders sonrasında da işçi olarak çalıştım. Gurur duyarım. Çalışmanın yanında hem ortamları gözlemledim hem de bu insanlarla bir kumanyayı paylaştım da dertleştim de sosyalleştim de. İşçiler sokakta da benim dikkatimi çekmiştir hep. Lefkoşa’da da bir tozlu patikanın üzerinden işçiler geçer. Bu çalışma buradan doğdu. O farkındalık bende oluşmuştur. İlk öykü kitabımda da işçiler çok yer almıştır.
Bu izleri grafik unsurlarla ve metinle başka bir şeye dönüştürdüm. Sanatta özgünlüğe inanırım. Benim yaptığımı herkes yapabiliyorsa benim yapmamın bir anlamı yok ya da herkesin yaptığını benim yapmamın bir anlamı yok.
“Deneyselcilik özgünlüğü de doğurur”
Özgünlük sanattaki (hem yaratan hem sanatsever bağlamında) çok önemli hassasiyetlerden biridir ve tartışmalara da neden oluyor her zaman.
Özyıldız: Bu biraz karakterle de ilgili olduğunu düşünüyorum. Deneyselciliği severim, deneyselcilik özgünlüğü de doğurur. Bir de beslenmeye bağlıdır. Bilgiyi çok seven, bilgiye aşık biriyim ve okumayı, araştırmayı çok severim.
“Kilitli kerpiç kapılar hem anılarla hem de fiziksel olarak ölüme terk edilmişliğin bir anlatısıdır”
Kilitli Kapılar çalışması beni en çok etkileyen bölümlerden birisi. Yerel unsurlar, kültürel kodlamalar oldukça yoğun. Bir hüzün ikilimi hissediyorum. Kapının dışını görüyoruz ama içini de hayal ediyoruz belki de. Bir Kıbrıslı insan figürü görüyoruz yine çalışmada, o bizi eski zamanlara götürüyor ve o eski kapılarla bütünleşiyor.
Özyıldız: Fotoğrafta portre değil de detay-doku çeken biriyim. Kerpiç evler de özel ilgi alanımdır. Nerede bir kerpiç ev görsem hemen yaklaşırım, içine girerim. Bu fotoğrafları Hamitköy ve Gönyeli bölgesi ağırlıklı çektim. Kilitli kerpiç kapılar hem anılarla hem de fiziksel olarak ölüme terk edilmişliğin bir anlatısıdır. İçleri anılarla, birçok eskiyen eşyayla doludur ve zaman içinde değişime uğrarlar. Her girdiğimde yenilenen (dönüşümden dolayı) bir eve girmiş gibi olurum. O senin hissettiğin hüznü ben daha yoğun şekilde oralarda hissederim. Bu evlere tekrar tekrar, çeşitli mevsimlerde de giderim.
Yani sen bir fotoğrafik unsur olarak çekip gitmiyorsun kerpiç evlerin yanından. O evlerle bir duygusal bağın, hukukun oluşmuş.
Özyıldız: Evet, bu evler değişen canlılardır. Dönüşürler ama yaşam formları değişerek, çeşitlenerek devam eder. Bir defasında farelerden hastalık kaptım. Duvarda o evde yaşamış insanların kronolojik tarihlerini görürsün. Bir tozlu, kırık gaz lambası olur bazen. Ben tüm bu hüznün izleyiciye, okuyucuya geçmesini istedim. Kerpiç evler ayrıca kültürel varlıktır. Oluşturduğum kompozisyon ile onu göstermeyi amaçlıyorum.
“Devlet politikası gereği bu evlerin bazıları restore edilse, kültürel mirasın bir göstergesi olarak geleceğe taşınsa ne kadar güzel olur”
Fotoğraftaki kişiler o eski evlerde yaşamış kişiler mi yoksa rastgele eski kuşaklar-eski evler temalı bir bütünlük çalışması mı?
Özyıldız: Kurgusaldır insanlar ve kapıların kullanımı. Üzücü olan kısmı bu çalışma için fotoğrafladığım kişilerin çoğunun bugün hayatta olmamalarıdır. Evler de yoktur. Bir dönemin evleri ile bir kuşağın insanları da bu çalışmada buluşuyor. Bir ata gittiğinde neler gider, hangi sosyal bağlar, kültürel değer kaybolur. Bizler de o atalarımızın dönüştürdüğü varlıklarız. Bu bir saygı duruşudur da.
İşin hüzünlü bir diğer yanı da asma kilitli kapı çok olmasıdır. Evin sahibi yok, sahibi ölmüş, ev yok olmaya başlamış. Devlet politikası gereği bu evlerin bazıları elden geçirilse, restore edilse, kültürel mirasın bir göstergesi olarak geleceğe taşınsa ne kadar güzel olur. İşte sana kültürel mirası yaşatma örneği. O evler bizim kültürümüze göre yapılmıştır, yaşamlar bizim kültürümüzü yansıtmıştır vs.
“Gölge acaba insanın, objenin kendisinin bir kopyası mı yoksa bir yansıması mıdır? Yoksa o yansıma dönüşüp yeni bir şeye mi evrilir?”
“On İki İki” bölümünde gölgenin sadece bir izdüşümü mü yoksa bir kimlik mi olduğunu sorgulatıyorsunuz? Gölgeler çalışmasının çıkış neden neydi?
Özyıldız: Gölge sanatın her alanında kullanılmış, üzerinde düşünülmüş bir varlık veya nesnedir. Antik Yunan filozoflarından Platon’un yansımalar anlayışı çok önemlidir. Bu dünyanın esas dünyanın bir yansıması olduğu düşünülür. Arap, Çin, Mısır, Hint düşünürlerin de bu konuda düşünceleri vardır. Saati oluşturan şey de gölgeler bütünüdür. Buradaki gölgenin çıkış noktası gölgenin varlığıdır. Gölge acaba insanın, objenin kendisinin bir kopyası mıdır yoksa bir yansıması mıdır? Yoksa o yansıma dönüşüp yeni bir şeye mi evrilir?
Fotoğraf esas ışıkla yapılır. Bunun karşıtı gölgedir. Işıkla bir şeyi görünür kılarsanız gölge ile de görünmez kılarsınız. Bu gölge aslının izdüşümü müdür yoksa mesela renkler sayesinde yeni bir şeye dönüşen bir şeyler midir? Tamamen yeni bir varlık mı olur?
Surlariçi’nde 12:00-14:00 saatleri arasında çekilen yansımalardır bu eserler. Bu çalışmanın fotoğrafik bir meselesi var. Surlariçi bölgesini kültür karışımı olarak çok çeşitli olduğu için tercih ettim. Renk, obje olarak çeşitli fotoğraflar çektim. Bölgede yeni ve eski jenerasyonun bir karışımı var. Bunlarda da grafiker göz ile bakarak çekimi yaptım.
“Ben bir bulmaca misali insanları düşündürmek istedim”
Tipofoto da ilginç bir bölüm oldu. Çevreye hassas bir bakış var...
Özyıldız: Ben bir bulmaca misali insanları düşündürmek istedim. Tipografinin aslında estetik bir yönü var. O harflerin estetik bir yanı var ve izleyiciyi bir bulmacaya davet eder. Neyi temsil eder, neyi anlatmaya çalışır bu harfler? İnsanlar kendine göre harflere bir anlam yüklesin istedim. CMC, yıkılmış kerpiç evler, çöplüğe dönüşmüş evler, kirletilen doğa da bu çalışmalarda kullanıldı. Gizli bir şey yapmaya çalıştım. Kültür sanatın direkt olarak bir siyasal düşünceyi, siyasi olarak bir insanı gözüne sokması taraftarı değilim. Hem kavramsal hem estetik unsurları (tavrı) birlikte kullanmayı tercih ederim. Estetiği kaybetmeden de derdimizi anlatabiliriz.
“Çağımızda çirkinliğin de bir güzelliği/estetiği var”
Pas bölümünde ilginç çalışmalar gözlemliyoruz.
Özyıldız: Pasta çirkinlik var ve onu kime sevmez. Pası estetik bir hale sokup keyif alabiliriz ya da o çirkinlikten de bir şey çıkarabiliriz. Renklerin birbirini etkilemesi çok iyidir. Bugün çirkinliğin de bir güzelliği var. Her şeyin güzel olacak şartı yok. Bugünkü çağımızda çirkinliğin de bir güzelliği/estetiği var. Eskilerden Caravaggio çirkinlikten, vahşetten beslenmiş bir sanatçıdır.
Detay&Doku çalışmalarını doğal güzellik ve yaratımla bağdaştırdım. . .
Özyıldız: İlle de felsefik, kavramsal bir şey olacak diye bir şey yok ama sen istersen onu da görebilirsin (entelektüel altyapı varsa). Her üçlü çalışma büyük bir kompozisyonun bir parçasıdır.
“Benzer evlerde benzer yaşamları sürdürüyoruz”
Ev isim olarak devasa anlamları olan bir mekân, varlık ve kavram. Bu bölüm ise senin ev temalı çalışmalarını içeriyor. Ev kimine göre özgürlük alanı kimine göre yaşam alanı kimine göre de bir nevi hapishane olabiliyor. Nedir sana göre ev?
Özyıldız: Aslında bakarsan benzer evlerde aynı hayatları yaşarız. Kıbrıs’ta mimari olarak da yaşam tarzı olarak da benzer evlerde yaşarız. Bu insanları tekrar tekrar birbirini etkilemesinden de kaynaklanıyor. Benzer yaşamları sürdürüyoruz (benzer şekilde işe gider geliriz, benzer Kafelere gider, parklarda gezer, benzer deniz kenarlarına gider, benzer yerlerden alışveriş yaparız). Kültür de birbirimizin etkileşiminden doğar.
Kapitalizmde tek tip evler yaparak en az maliyetle en çok insanı nasıl ev sahibi yapıp maksimum para elde etme hedefi vardır”
Kapitalist sistemin maksimim gelir elde etmek için ucuz, basit, tek tip evlerinin yapıldığı bir çağdayız artık. Ellerinden gelse tüm dünyanın aynı model ev, apartman, site, residans ve çok katlı bina olmasını sağlaycaklar.
Özyıldız: Bak sen de söylüyorsun kapitalizmde tek tip evler yaparak en az maliyetle en çok insanı nasıl ev sahibi yapıp maksimum para elde etme hedefi vardır. Özel güvenlikle korunan ve içinde her şeyi olan siteler, o sitede yaşayan insan sosyal hayatını o sitenin içinde geçiriyor. Dışarıyla etkileşim sıfır. Grafik unsurları kullanarak buna benzer konuları düşünmeye, yansıtmaya çalışıyorum.
Bir de oda(lar) var. Her odada farklı yaşamlar var, o kişiye özeldir ve onu yansıtır. O kişi acısını, sevincini, hüznünü, coşkusunu odasında yaşar. Ev çok farklı düşüncelere evrilebilir. Ev kimine göre prestij göstergesidir, kimine göre sıcak bir yuvadır. Herkes farklı şey tahayyül edebilir. Hiçbir tavrı incitmeden, o renkleri kullanarak yeni bir şey yansıtmak istedim.
“Galaksiler çarpışır ve yeni şeyler oluşur. Tekten bir çoğalım söz konusudur”
Değişim-dönüşüm çalışman ile kitap sonlanıyor. Sanıyorum evrenin, doğanın ana kanunu üzerine düşündüğün bir konu oldu bu.
Özyıldız: Galaksiler çarpışır ve yeni şeyler oluşur. Bir gezegen var ve onun bölünerek parçalanarak yeni gezegenleri oluşturması var. Tekrar ve tekrar illüzyonunu Antik Yunandan günümüze kadar kullanabilirsin. Çağdaş toplumda da bir varlıktan çoğalma vardır. Bir tanrıdan çoğalmış bir insanlık mesela. Tekten bir çoğalım (ırklar, ten renkleri, diller) söz konusudur. İnsana baktığımızda tek tüp hücreden bölünme ile çoğalmış ve insan hayata gelmiştir. Darwin Teorisi’ne göre bir yanardağdaki bir gölden yaşamın başladığını söylenir. Oradaki çeşitli kimyasal şeylerin etkileşimlerinden yaşam formları ortaya çıktı ve çoğaldı. DNA’lar ile milyarlarca çeşit insan, hayvan, canlı yaratılıyor. Ufak değişimlerle yeni canlılar hayata getiriyoruz. Onlardan parça taşıyorsun ama aynısı da değil.
Tek bir fotoğraftan onu da içine alıp ama tamamen başka bir şeye dönüşen farklı bir fotoğraf. Tekrar ve Tekrar” metne dayalı bir çalışma oldu. Bu kitapta bir metin ve alt/üst metinler var ama okuyucu bunları çeşitlendirebilir, geliştirebilir de.
“İz çalışması dışında diğerleri sergide yeni bir şeye dönüştü.”
Sergiden de bahsedelim biraz
Özyıldız: Sergi de kitaba dayanan bir şey. Kitap da metne dayanıyor. Sergide kitaptan her şeyi koyamadım o yüzden seçme yaptım. Birçok farklı tekniğin kullanıldığı çalışmalar olduğu için biçim olarak birbirine yakın çalışmaları seçtim. Sergi için özel olarak çalıştığım parçalar da var. İz çalışması dışında diğer çalışmalar sergide yeni bir şeye dönüştü. Bu sergideki birinci amacım sonucu fotoğraf olacak bir şey üretmeyi istediğimdi ve o yüzden hiç müdahalede bulunmadım.
Bu sergi beni farklı prototipler üretme yoluna soktu. Onlar benim garajımda durur ve ben bunların üzerlerinde ne yapabilirimi de kendime soruyorum. Akrilik boyama denemesi yapıyorum. Biz de değişiyoruz, algımız, görgümüz değişiyor.
“Fotoğrafla ilgili önümüzdeki birkaç yıl noktaya koydum. Öyküye döneceğim. Önümde yeni kitaplar düşüncesi de var”
Tekrar ve Tekrar serisi devam edecek mi?
Özyıldız: Hazırda Renkli Detay-Dokular: O Şeyler 3 ve Minimal Renkli Detay-Dokular: O Şeyler 4 var. Onları da ileriki zamana bıraktık. Fotoğrafla ilgili önümüzdeki birkaç yıl noktaya koydum. Öyküye döneceğim. Önümde yeni kitaplar düşüncesi var. Sergi biter bitmez yazmaya geçeceğim.
Denge önemlidir ve sanatlar alanında da dengeli çalışmaya inanırım. Zamanımız disiplinler arası çalışma dönemi. İki farklı disiplinlerden iki farklı insan bir araya gelerek bir şey üretebilir veya bir kişi farklı iki disiplini birleştirerek bir şey üretebilir.
“Bizde kitabın fiyatını belirleyen kaça satılabileceğidir”
Bu eserlerin ücretleri de hep dikkatimi çekmiştir. Bu neye göre, kime göre, nasıl belirlenir diye.
Özyıldız: Bizde bu fiyatları belirlemek trajikomiktir. İçeriksel olarak baktığında bedelini belirlemek çok kolay değildir. Bizde bu fiyatı piyasası belirler. Bizde kitabın fiyatını belirleyen kaça satılabileceğidir. Sen kaça bastın, üstüne ne koyalım da satalım diye bakışlarla karşılaşıyoruz. Bizim ülkemizde nitelik üzerinden bir değer belirlenirse o kitabı kimseye satamazsın. Bu kitap özel bir kitaptır ama fiyatı alım gücüne göre belirliyoruz. Gerçek değerinin altında satıyoruz.
Sergi ile ilgili de tablolarımın alınabilir olması için makul bir fiyat belirledim. Bizde koleksiyoner yok. Ben tablolarımın böylesi bir duvarda sergilenmesini görmek için üretirim.
Yeniden Yaratmak:
Ceyhan Özyıldız ile Söyleşi
Fatoş Avcısoyu Ruso
Ada’nın önemli fotoğraf sanatçılarından, aynı zamanda öykücü ve editör Ceyhan Özyıldız ile 2021’in son aylarında yayımlanan iki fotoğraf kitabını ‘O şey (ler) I: Siyah, Beyaz ve Gri’ ve ‘O şey(ler) II: Tekrar ve Tekrar’ı; katmanlama, boyama, tipografi, grafik ve desenleme tekniklerini uyguladığı, ‘yeni bir fotoğraf dili’ yaratmaya çalıştığı fotoğraflarını konuştuk. Modern şehirlerin gölgelerine baktık, ters çevirdik, karıştırdık, eğip büktük, Özyıldız’ın deyişiyle ‘yeni bir doğa, yeni bir şehir ve yeni bir insan’ yarattık!
Kevin Robins İma, Görmenin Kültür ve Politikası adlı eserinde fotoğrafın dünyayla yalnızca bilişsel değil, estetik, ahlaki ve politik bir ilişki kurma yolu sağladığını belirtir. Bir fotoğraf sanatçısı olarak fotoğrafın genişleyen/çoğalan anlamıyla ilgili neler söyleyebilirsin ve oradan hareketle 2021 yılının son aylarında yayımlanan iki kitabın ‘O şey (ler) I ve II’ de yer alan minimalist ve katmanlı fotoğrafların ve sen, Ada ve dünya ile nasıl bir ilişki içindesiniz?
Sevgili Fatoş, fotoğrafın, kamuya mal oluşu ve çoğaltılabilirliğiyle birlikte insanlığın, yeni ve önemli bir araca sahip olduğu kuşkusuz. Bunu bugün yaşadığımız dünyada daha iyi görüyoruz. Fotoğraf -resimden daha gerçekçi- bir görme deneyimi yarattı. Keşfetme, anlatma, yayma, eğitme amaçları için kullanıldı. Fotoğraf; defalarca çoğaltılabilir oluşu ve fotoğraf elde etmenin her geçen gün kolaylaşmasıyla siyasal, bilimsel ve sanatsal alanlarda da kendine hemen yer buldu. Bir fotoğraf, sırasında insanları sokağa döktü, sırasında kitleleri peşinden sürükledi.
Senin değindiğin, Kevin Robins’in görüşünü kendi penceremden biraz daha açabilirim. Fotoğrafın bilimsel, sanatsal vb. alanlarda etkin kullanımına bir dolu örnek verebiliriz. Ben birkaç tanesiyle yetineceğim. Neden bu insanlar, çünkü kendilerine sunulanla yetinmediler. Arayış içerisinde oldular. Yeni anlatımlar, yollar bulmak için çalıştılar.
Alman sanatçı John Heartfield var, Dadacılardan. Alman Komünist Partisi üyesiydi, savunduğu siyasi görüşün etkinlik alanını yaymak amacıyla, grafik ile fotoğrafı birleştirdi ve bu montajları gazete ve dergilerde kullanıldı. Yine eskilerden, ilk uygulayıcılardan Henry Peach Robinson, ‘Fading Away’, isimli bir fotoğraf üretti. Bu fotoğraf beş (negatif) fotoğrafın üst üste montajlanmasıyla oluşturulmuştu. Fotoğrafta yarı yatır bir şekilde hasta bir kız, biri arkasında biri karşısında olmak üzere iki kadın ve üzüntülü(?) bir şekilde pencereden dışarıya bakan bir adam bulunuyordu. Bu çalışma, fotoğrafın sanat amacıyla kullanılmasının ilk örneklerindendir. Eadweard Muybridge var. 1800’lü yılların sonunda, ilk önce koşan atların, ardından insan, kuş, kedi, deve vb. varlıkların çoklu fotoğraflarını çekerek, hareketlerinin incelenmesini sağlamıştır. Üstelik Muybridge, çektiği ardıl fotoğraflarla da animasyon ve sinemanın da temellerini atmış oldu.
Özellikle fotoğrafın ilk yüz yılında yapılan her çalışma, hayatın gerçeklikleri, bilinenleri ve bilinmeyenleri çerçevesinde tartışmalara yol açtı. Bu tartışmalar fotoğrafın üstlendiği değerlere bakışı da etkiledi. Mesela ‘Fading Away’ fotoğrafın ‘gerçeklik’ noemasına büyük bir darbe vurdu. Muybridge’in koşan atları, o güne dek çizilen koşan at figürlerinin tamamen yanlış olduğunu ortaya çıkardı. Buna benzer örnekleri daha da çoğaltabiliriz.
Gelelim, ben, dünya ve Ada ilişkisine. Aslında bunu eserlerime bakarak bir başkasının söylemesini tercih ederim. Kendimi -bilinçli- bir noktada konumlandırma durumunda değilim. Sadece ben olduğumu biliyorum. Ne olacağımı, durduğum noktayı ve neye evrileceğimi bilmiyorum.
Tespitim şu: Kıbrıs’ın Göçmenköy’ünde, garajdan bozma çalışma odasında ben; hiçbir ülke tarafından siyasi ve ekonomik olarak tanınmamış bir toprağın, siyasi ve ekonomik bağımsızlığı elinden alınmış, hürriyeti her geçen gün azar azar yoksullaştırılan halkının bir ferdiyim. Okuduklarım, gördüklerim, gezdiklerim, bilgim, bilincim ve sezgimle yaşamın sanatla olan bağının, ekonomi denilen bıçakla kesilmesine inat, bir şeyler üretmeye, birilerine dokunmaya, sanatın iyileştirici özsuyunun hem kendim hem de diğer insanların ruhunda dolaşmaya devam etmesi için ‘çabalamaya’ çalışıyorum.
O şey (ler) II: Tekrar ve Tekrar kitabının ‘Asma Kilitli Kapılar’ bölümünde kapı formu ile iç içe geçmiş insan yüzleri karşılar izleyeni: boyası dökülmüş, çatlamış, asma kilitli kapılar ve yüzlerinde derinleşen çizgilerle yaşlı insanlar, meraklı, şaşkın çocuklar. Özellikle geçmişi ve ölümü çağrıştıran fotoğraflarında, anlamla tezat oluşturacak -yaşamı sezdiren- renkler kullandın: kırmızı, sarı, mavi… Hikayeler barındıran bu fotoğraflar, tekniğin soğukluğu, belki rastgeleliği ile birleşince (rastgelelik mi gerçekten) kapı ve yüz imgesi nasıl bir evrene taşındı ve sen bu evrenin neresindesin?
‘Asma Kilitli Kapılar’da her bir kapının, her bir kilidin ve her bir yüzün öyküsünü yazdım. Ülkemizin üstat fotoğrafçılarından M. Tevfik İleri “Fotoğraf, görsel edebiyattır.” der. Onu doğrularcasına, soyut veya figüratif olsun; her fotoğrafta bir hikâye düşlerim. İzleyeni de bu hikâye kurma oyununa davet ederim. Üstelik bu kurguladığım öyküler hayatla çok sıkı bağ içerisindedir. Hatta hayatın kendisidir. Belki de beni etkileyen yönü de bu; girdiğim terk edilmiş, sahibi ölmüş kerpiç evlerde bu hayat izlerini, bir zamanın yaşanmışlıklarının izlerini görürüm. Birinin o mutfakta bulaşık yıkadığını, o yatakta uyuduğunu, o tabağa yemeğini koyarak yediğini düşlemek zor olmaz. Sonra, fotoğraflar… Hayatın yansıması… Tozlanmıştır, sararmıştır, gülümseyen bir çocuk vardır; ona sarılan yaşlı bir kadın… Gelinlikli bir kız, şimdikiler için anlamını ve önemini yitirmiş ancak, bir zamanlar o evde yaşayanlar için duvara asılası ve her gün bakılası bir şey. Burada nesiller arası yabancılaşma ve farklılaşma da giriyor devreye. Bir zamanlar gözü gibi bakılan masa, buldozerler altında üfelenebiliyor rahatlıkla. İşin trajik tarafı da o kompozisyonlara yerleştirdiğim yaşlı insanların, sanki hikayeleri örer gibi, çoğunun bugün hayatta olmayışıdır.
O şey (ler) II: Tekrar ve Tekrar kitabının genel renk anlayışı canlı ve parlak renkler üzerine kuruludur. İşçilerin geçtiği patikada fotoğrafladığım ayakkabı izlerinin fosfor sarı, fosfor pembe, fıstık yeşili gibi renklerle verilmesi, işçilerin çileli ve meşakkatli yaşamına tezat oluşturur. Senin farkına vardığın şeylerin farkına varılmasını istiyorum. Tezatlıklar, parlak renkler çok önemli uyarıcılardır. Pastel renkler gibi uysal değillerdir. İnsanın gözüne çarpar, soru işaretleri doğururlar.
Sanatta rastgelelilik, en çok Dadacılar ve Soyut Dışavurumcular (Abstract Expressionism) tarafından kullanıldı. Ancak onun dışında sanatta rastgelelilik yoktur. O resme giren her objenin (vurulan her fırça darbesinin), o şiire giren her sözcüğün, o heykele konan her kıvrımın bir nedeni vardır; tıpkı fotoğrafta olduğu gibi. Sanatçı bunu, akıl, bilgi ve deneyim sonucu ortaya çıkan bilinçle yapar. Daha önce değindiğim gibi, bir öyküyü kurar gibi kurdum bu fotoğrafları. Her bir karakter, her bir mekân, yardımcı objeler, lekeler, renk uyumları vb. Fark etmişsindir, bu bölümdeki kimi fotoğraflarda boyama/bezeme tekniğini de kullandım. Böylece kompozisyonun bütünlüğünü sağlayan yeni bir unsur da eklemiş oluyordum çalışmalarıma.
İki kitapta da fotoğraflardaki mekânın, dokunun veya objenin var olan -ilk- haline müdahale var. Fotomontaj, desenleme, tipografi, boyama vb teknik uygulamalarla imgeleşen varlığı, gerçekliğinden defa defa uzaklaştırıyorsun. Tüm varlıklar birbiri içinde eriyerek, kayboluyor; yeni farklı bir bedene bürünüyor. Bu erime yalnızca güncel ve yerel olanla da sınırlı değil. Mitolojik, tarihsel ve evrensel bazı unsurlarla birleşerek sonsuz bir uzamda, haz duygusunu hissettirerek şekilleniyor. Bir fotoğrafçı olarak seni böylesi bir müdahaleye iten estetik kaygılar/ arayışlar nelerdir?
Evet, bu tespitlerin özellikle O Şey (ler) II: Tekrar ve Tekrar (That Thing(s) II: Over and Over)’ daki çalışmalarım için çok geçerli. Tekrar ve Tekrar’da yapmak istediğim tam da senin belirttiğin, varlıkların birbiri içinde eriyerek, yeni bir beden olması işidir. Tekrar ve Tekrar ismi de bundan gelir. Bunu ister dini, isterse bilimsel olarak yorumlayabiliriz. Hayatın tek bir hücreden varoluşu gibi, o hücrenin bölünerek, çoğalarak, evrim geçirerek ‘değişim ve dönüşüm’e uğraması gibi. Ya da tek bir tanrıdan çoğalmak gibi.
Hangisini kabul edersek edelim, birbirimize DNA aktarımı, kültür ve düşünce aktarımı yaparak birbirimizi değiştiriyoruz. Tek bir varlık ya da beden küçük küçük değişimlere uğrayarak, büyük bir dönüşümü tetikliyor aslında. Binlerce yaprağın bir araya gelerek bir ağacı oluşturması gibi. Baktığımızda yaprak ve ağaç görünüm bağlamında, şekil bağlamında çok farklı şeyler. Ancak ağaç, ağırlığı yaprak formundan oluşan, dal ve gövdeye sahip bir bitki. Veya tuğlaların üst üste birikerek evi oluşturması gibi. Benzer yüzlerce evin bir kasabayı oluşturması veya aynı hücrenin milyarlarca kez çoğalarak insanı oluşturması gibi.
Benim çektiğim fotoğraflar da birbirini etkileyerek ve değiştirerek yeni bütünsel bir fotoğraf oluşturur. Bu tamamen rengiyle, dokusuyla, kadrajıyla yeni bir fotoğraftır. Örneğin ‘katman bölümü’ ya tek bir fotoğrafın onlarca kez farklı biçim ve renkleriyle montajlanarak yeni ve farklı bir kompozisyon oluşturduğu (Şehir fotoğrafları) ya da birden fazla farklı fotoğrafın harmanlanarak yeni bir fotoğraf oluşturduğu (portreler) çalışmalardan meydana gelmiştir. Örnek vermek gerekirse, bir kız (çocuğu) fotoğrafı var; bu fotoğraf 5-6 tane farklı kız fotoğrafının -bir esas/ana portre etrafında- onu renksel/dokusal olarak etkileyerek, onu daha Sürreal, daha Pop Art tarzında yeni ve farklı bir varlığa dönüştürmesinden oluşmuştur.
Yine bu kitapta ‘değişim-dönüşüm’ isimli bir bölüm var. Burada tek bir detay/doku fotoğrafının, grafik ögeler/biçimler çerçevesinde tekrarlanarak, yeni ve farklı büyük bir fotoğraf oluşturduğu bir bölüm var. Tek bir fotoğraf yan yana gelerek, estetik bir bütün oluşturuyor burada. Kitapta tek bir fotoğrafın 40-50 kez çoğaltılmasıyla oluşan kompozisyonlar olmasına karşın; bu kitapların sergisi için hazırladığım 100cmx100cm boyutlarındaki çalışmalarda 180.000 ile 200.000 kez kullanılmış fotoğraflar bulunmakta. Grafik desenleme tekniklerini ve İndesign, Photoshop ve İllustrator programlarının yetkinliğini düşündüğünüzde, sonsuz ve sonsuz bir çoğaltım imkânı söz konusu.
Bu çalışmalarda kavramsal, felsefik düşünce alt yapısı kadar, estetik bağlamda ‘güzel’ fotoğraflar/desenler yaratmaya, canlı renkleri kullanarak da neşe ve dinamizm katmaya çalıştım. Sanıyorum Pop Art’ın ruhu içimde hala dolaşmakta.
O şey (ler) I: Siyah, Beyaz ve Gri’de deneysel detay ve doku fotoğrafları ile karşılaşıyoruz. Bu fotoğraflarda odağa aldığın dokuların formunda silikleşme, hiçleşme söz konusu. Bunu grinin hakimiyeti şeklinde tanımlamak da mümkün. Hayatlarımızın akışı sırasında an’lar ve doku’lar üzerine durup düşünebildiğimizde, varlıklarını fark edebildiğimizde hayatlarımızda bir şeyler değişiyor ve bu değişim konumlandığımız yeri de etkiliyor, değil mi?
Evet. Nedir detay veya doku? Aslına bakarsan bütünden aldığın parçayı, yeni bir anlama, yeni bir nesneye çevirme işidir. Artık o şey, bütününden kopmuş, yeni bir bilgi -burada kastettiğim pek tabii bilimsel bilgi değil; sanatçının akıl, sentez, bilinç, tecrübe çerçevesinde o esere yüklediği sanatsal bilgidir- taşıyıcısı olmuştur. Nasıl yaparsın bunu? Genelde soyutlama yoluyla yaparsın.
Benim detay&doku fotoğraflarımın bir kısmı bu düşünceye uyar. Bir kısmı uymaz. Neden uymaz? Çünkü her zaman yeni bir şeye ihtiyacımız olmaz. Tam da senin söylediğin an’lar ve dokular üzerine düşünme olgusuna geliyoruz. Buna ihtiyacımız var: bakmak ve görmek. Kaçımız başını kaldırıp gökyüzünü izliyor. Her gün altındayız. Bulutlar, yıldızlar, kuşlar… Bir yağmur damlasının aldığı şekiller… Kapının üzerindeki boya kırıntıları, kapı, sahibi, o kapıya dokunanlar, o kapının eşiğinden geçmiş olanlar… Taş duvar. Yüzlerce yıldır orada. Tanıklıkları, üzerindeki yosunlar, böcekler. Yanından geçip gidiyoruz. Bu ‘şey’lere bakmalı, onlarla ilgili düşünmeli ve onlarla ilgili hayal kurmalıyız.
Bunun yanında, diğer bir yapmak isteğim; farklı görme biçimleri de olduğunu, o ‘şey’i bütünsel bilgisinden tamamen koparmadan, onun izlerini taşıyan ama, benim sanatsal bilgimle, benim zanaat becerimle şekillendirerek, yeniden kurarak (üst üste bindirme, kolay, montaj vb.) benim göstermek istediğim o yeni ‘şey’e dönüştürmektir. Kimi fotoğraflarımdaysa (ilk sayfalar 7-17) o detayı deforme ederek, onun algılanabilirlik katmanını çoğaltmaya çalıştım. Yine bu fotoğraflara ocak ayı içerisindeki sergi için, renkle müdahalelerde bulundum.
Bu noktada fotoğraf dediğimiz şey, izleyenlerin bilinç düzeyine felsefik bir temasta bulunabiliyor mu? Arzu edilen düşünsel etki, yazın sanatı da dikkate alındığında ne kadar gerçekleşiyor?
Fotoğrafın tarihi çok yenidir aslında. Her ne kadar da camera obscura Sümerlere, Çinlilere, İslam bilginlerine kadar gitse de esas gelişimine başlaması ve fotoğraf makinesi/fotoğraf’a dönüşmeye başlaması Rönesans’ı izleyen yıllarda başlar ve günümüze kadar gelir. İlk fotoğraf/ fotoğraf makinesi patentinin 1839’da alındığını düşünecek olursak ve bu -hantal- makinelerle fotoğraf elde edebilmek için uzun zamanlar ve çeşitli kimyasal solüsyonların kullanılması gerektiğini, neredeyse uzmanlık gerektiren bir iş olduğunu, geçen iki yüz yılda muazzam bir gelişme yaşadığımız görülür. Üstelik fotoğraf bağlamında onu sanatsal amaçlar için kullanmak veya onunla deneysel çalışmalar yapmak için 1900’lü yılların başını beklemek gerekmişti. Üstelik icat edilme nedeni olan dünyayı gerçek bir biçimde bir yüzeye aktarma ihtiyacı, ‘gerçekliği verme’ anlayışıyla birleşmiş ve bilimsel fotoğrafçılık, düz fotoğrafçılık, sokak fotoğrafçılığı, haber fotoğrafçılığı türünde her dönemde baskın bir şekilde hüküm sürmüştür/sürmeye devam etmektedir.
Fotoğraf, felsefeden ve mantıktan önce, yani akıldan önce duygulara seslenmiştir bence. Bu göreviyle dünya tarihine etki etmiştir de. Örneğin, Larry Burrows ve Nick Ut, Vietnam savaşının yıkıcılığını gözler önüne sermese, Yosuke Yamahata, Eiichi Matsumoto Japonların Hiroşima’da yaşadığı trajediyi fotoğraflamasa… Magnum fotoğrafçıları Ruanda’daki soykırımın fotoğraflarını çekmese… Diğer açıdan fotoğrafın, bilginin, sanatın ve bilimin yayılmasında da büyük rolü vardır. Biz, Mona Lisa tablosunu oturduğumuz yerden görebiliyorsak fotoğraf sayesindedir. Bu örnekleri yüzlercesine artırabiliriz.
Fotoğraf, Füturist, Dadacı, Sürrealist, Soyut, Postmodernist vb. sanatçılar eliyle sanat aracı olarak etkili bir şekilde kullanılmıştır ama, sorduğun karşılaştırma sorusuna bağlı olarak, bu çalışmaların felsefik yayılım düzleminde; resim, müzik, edebiyat ve hatta fotoğraftan doğma sinemanınkinden bile geride olduğuna inanmaktayım.
O şey (ler) II: Tekrar ve Tekrar’da fotoğrafla tipografiyi buluşturduğun bölümlerde bazı harfler kullandın: R (çöp), V (yıkılmış ev), M (eski eşyalar) gibi. Fotoğrafların; bilinçaltından çağırdığı seslerin, sözcüklerin, anların birer uzantısı olmalı kullandığın bu harfler. Görüntüler gibi imledikleri bir zaman veya insan olmalı. Bu noktada öykücü belleğini de deklanşöre ekleyip, bu fotoğrafların saklı hikayesini anlatır mısın, ruhuna neleri çağırdığını?
Ben yalnız bir fotoğrafçıyım. Nedeniyse, girdiğim terk edilmiş kerpiç evler, dolaştığım makilikler ve yıkıntılar arasında saatler geçirmemdir. Özellikle eski, yıkık veya boş bir kerpiç evin her odasını, duvarının her bir karesini içime çekerim. Toza bulanmış bir fotoğraf, tavana asılmış sebze tohumları, duvara kazınmış bir tarih, asılmış içi boş bir çerçeve, dişi eğrilmiş bir çatal, camı kırık bir gaz lambası, atıl bir kıyafet… Beni tarifi zor hüzünlerle doldurur. Ve bu evleri belirli aralıklarla ziyaret ederim. Zamanın -ve zamansızlığın- üzerlerinde yarattığı tahribatı görmek ve çekmek için. Çoğu zaman, evlerin yerine, kepçelerin çirkin parmak izlerini bulurum. Ya da ağır yaralı bırakılmıştır bir ev; bir toprak ve mertek yığını olarak. O evler, gün be gün ölür. İçindekiler ve geçmişleriyle.
Veya güzel bir çayırlığın, azar azar zehirlenerek bir çöplüğe dönüşmesi. Geri dönüşü çok zor bir çevre cinayeti. Veya yıllardır çözülmeyen/çözülmeyecek olan CMS’nin (Cyprus Mines Corporation) yıllardır denizimizi zehirleyen bakır çözeltileri.
Kavramsal sanatın önde gelen isimlerinden, Marcel Duchamp hazır-nesne olan bir pisuvarı “Fountain-Çeşme” adıyla bir sanat eseri olarak yorumlamış ve R. Mutt adıyla imzalamıştır -her ne kadar bu eserin başka bir sanatçının çalışması olduğu iddia edilse de-. Sanatla ilgilenen herkes “çeşme” etrafında dönen tartışmaları bilir. Beni ilgilendiren, sanatın ne olup olmadığıyla ilgili sorduğu sorudan çok, katmanlı okumalara olanak yaratan R. Mutt imzasıdır. Bu imzanın neyi ima ettiğiyle ilgili görüşler çeşitlidir. Duchamp, kullandığı hazır-nesneyi kavramlaştırıp bir sanat eseri olarak sunduğunda, imzasını -bence- o esere farklı okuma imkânı sağlayan bir metin olarak kullanmıştır. İmzaya atfedilen her anlam ve kavramda, pisuvara bakışımızın ve onu görme biçimimizin de değiştiği bir gerçektir. Biliyoruz ki, sanat tarihi imge-bakmak-temsil-görmek bağlamında metne yaslanan bu tür örneklerle doludur.
Bahsettiğin, O şey (ler) II’de ‘Tipofoto’ başlıklı bölümde, okuyana/bakana, harflerle, harabe evlerin, çöplüklerin ve atıl madenlerin fotoğraflarının arasında var olan/olmayan bağlantıyı ‘bulma’ daveti yapıyorum. Cümleler ve kelimeler yerine harfler. Harflerle görüntüler arasında bir ima, bulunması gereken bir açık/kapalı bir ilişki var mı? Varsa nedir? Oradaki fotoğraflar neyin fotoğrafıdır? Soruları çoğaltabiliriz.
O şey (ler) II: Tekrar ve Tekrar, ‘İz’ bölümünde ister istemez Berger’i hatırlarız: ‘Her imgede bir görme biçimi yatar.’ Lefkoşa Sanayi Bölgesi’nde işçilerin toprakta bıraktığı ayak izlerini görürüz senin seçtiğin o görünümle. Uzun dikenli bir patikadan geçirir bizi sınırını senin belirlediğin an. Elimizdeki çantada domates salçası, biber, birkaç yumurta vardır, beş somun ekmek!
Ve Berger devam eder: “…bir imgeyi algılayışımız ve değerlendirmemiz aynı zamanda görme biçimimize de bağlıdır… Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler.”
Buruno Barbey’in; turuncu boyası yer yer dökülmüş, üzeri çocukların beyaz el izleriyle dolu bir duvarın önünde oturan, yüzünü hüzünlü bir şekilde kapatmış (ağlayan?), siyah çarşaflar içinde (yaşlı?) bir kadını görüntülediği bir fotoğrafı vardır. Bu fotoğrafa ilk baktığımda, doğunun savaşları ve acıları içerisinde yaşam süren bir kadınının, ölen(!) çocukların ardından ağladığını görmüştüm.
Fotoğrafın ‘studium’u; doğu denilince savaşların ve ölümlerin akla gelmesidir. Bu herkes gibi benim de ilgimi çeker. Kadının hüzünlü ve yılgın oturuşu, elini yüzüne kapayışı, çocukların duvarı kaplamış -neşeli- yaşam izleriyle karşıtlık oluşturur. Özellikle benim için fotoğrafın ‘punctum’u ise kadının dağınık ve acıdan dolayı umursamaz hali nedeniyle, Arap kadınlarında pek de görmediğimiz, sıyrılan çarşafının altından görünen çıplak bileğidir. Bunların tümü birleşince, işte ben savaş/baskın/bomba sonucu ölen çocukların ardından ağıt yakan bir Arap kadınına bakıyor buldum kendimi. İşin aslı pek de öyle değil. Buruno Barbey’in Fas sokaklarında dolanırken karşılaştığı bir enstantane fotoğrafıdır bu. Olsa olsa çocukların gençliğiyle/neşesiyle, kadının yaşlılığı/durgunluğu ve turuncu rengin vuruculuğu ilişkilendirilebilir.
Benim ‘iz’ çalışmalarım, Barbey’in insan ve mekân; hatta zamandan oluşan, figüratif fotoğrafından çok farklıdır. Bu nedenle farklı bir okuma türüne yaslanır. Metinsel.
İz’lerde; renkli fotoğraflar ve grafiksel şekillerin, bir tasarım anlayışı içerisinde; tasarım anlayışının ana ereklerden biri olduğu, estetik bir kompozisyonla karşılaşırız. İşte girişteki, metin, bakana, çalışmanın -bir anlamda- Barbey’in fotoğrafında gördüğü/hissettiği ‘studium’unu ve ‘punctum’unu vermek için vardır. Burada metin, bakana bir görme yolu/şekli sunar ayrıca. Metnin, bir düşünme ve soru sorma süreci başlatmasıdır istediğim. İşçi, yumurta, salça, tozlu patika, ayakkabı… Nasıl bir ayakkabı, nasıl kıyafetler. Hangi hayaller, hangi umutlar… Neden renkli bu fotoğraflar?.. Sayfalar çevrildikçe, aklın çukurlarında bu düşüncelerin kaynaması; algınınsa o bütün karşısında -düşüncedeki acı tadın karşıtı olarak- estetik bir haz duymasını sağlamaktır istediğim. Artık metin, okuyanın imgelemine ve hayal gücüne; eser ise, bakanın estetik tavrı ve algısına emanet edilmiştir.
Peki bir işçinin hikayesine dönüşen topraktaki o izi görüntülemek yeterli midir senin için ya da o toprağı renkli bir şeye dönüştürmek? Sanatla güzelleştirdiğin bu gerçeklik, içinde devinmeye devam etmez mi?
Bir resimde fırça nasıl en son kullanılırsa, öncesinde derin bir düşünme, eskizler, karalamalar, renkle ilişkiler… Fotoğrafta da deklanşöre basma en son yapılan eylemdir.
İz’deki yapıtları oluştururken; deklanşöre basmadan ve bilgisayar önüne geçmeden çok önce işçilerle birlikte yürüdüğüm uzun yoldan tekrar tekrar geçtim. İşçilere, doktorlardan ve öğretmenlerden önce saygı duyuşum, o tozlu ve dikenli patikada benim de ayak izimin oluşudur.
Ortaokulun ilk yılına rastlar onlarla tanışmam. Köyümüz sanayinin hemen yanı başı… On beş tatiller ve yazları… Üniversite yıllarına kadar gider işçiliğim…
Bir tuğla fabrikasında onlardan biri olarak, yaz sıcağının içinde fırınlanmış tuğlaları çıkardım. Blok dökebilmek için çimento karıştırdım onlarla. Betona çarpan küreğin acı ve aynı zamanda ritüelimsi sesini çok duydum. Sonra aynı tencereden çok yedim işçilerle; menemenin, közlenmiş domatesin içine ‘banarak’ somun ekmeği. Acı olur işçilerin çayı, içtiği sigara. En ucuzudur çünkü. Konfeksiyon fabrikasının öğle paydosunda, serin bir ağaç dibine oturduk. Yemeklerimizi paylaştık; kimde ne varsa, çeşit artsın diye. Garsonluk yaptım, ayaklarım ağrıyana dek. Bulaşık dağının içinde küçücük kalmış; yağ ve ekşi kokusu içinde çırpınan bulaşıkçı kadın, yorgunluktan bir kenara yığılmış garson çocuk… Alüminyum kapı yapan işçiler. Bir bodrumun araba tamircisinden bozma siyahlığında, araba camı döken ustalar. Ateş yarası demir sıcağı… Bir inşaatın yarım gölgeliği… Eğilip, bükülen demirler. Derken ilk büyük aşkım, makine tıkırtıları arasında çıktı karşıma. Bir gömlek fabrikasında. Sanki tüm ışıklar sönmüş, bir onunki kalmıştı. İki işçinin aşkı da zordu. Derindi ama, kısa sürdü. Sonra ütücülük yaptım. Yavaşlatmama rağmen onları, ‘parça başı’ ücretlerini düşürmeme rağmen kızmadılar bana. Bir sabah çalıştığım fabrikadan, ağlayarak çıkan işçiler gördüğümde -habersiz, parasız bir hiçliğe ve boşluğa bırakılmışlardı- uzun bir mektupla istifa ettim işimden. Üniversite yolculuğuna çıktım.
İşçileri anlamak ve anlatmak… Şu an yapmak istediğim çıktısı fotoğraf olan, dijital çalışmalar gerçekleştirmek. İleride bunlar enstalasyon veya karışık teknik çalışmalara pek tabii ki dönüşebilir. Sanat yaşamım devam ettikçe -nasıl öykülerime sızıyorlarsa- işçiler, yapıtlarımda görüneceklerdir.
SORUŞTURMA: ÖYKÜMÜN ÖYKÜSÜ
BAKIRDAN
“Soruşturma: Öykümün Öyküsü” Kendisiyle yapılmış Röportaj, Mihrican Aylanç, Bakırdan (e-dergi), Uluslararası kıbrıs Üniversitesi, Sayı4, Mart 2022.
Mihrican Aylanç: Ceyhan Özyıldız’a dönmek istiyorum. “Yastık Altı Gül Kurusu” adlı öykü kitabı ile edebiyatımızda yerini aldın. Ardından ‘Sonra Amatu’da fotoğraflarınla öykülerini bir araya getirdin. Fotoğrafçılık ve grafik tasarımı ile de ilgilendiğini biliyoruz. Fotoğrafçılarla yapılmış röportajlarını kitaplaştırdın. Yakın bir dönemde yayınladığın “Yemenisi Sarı” öykü kitabındaki kısa öykülerin çarpıcı söylemi, dolaysız ama okurun boğazında düğümler yaratan keskin sonuç bölümleri okurun içine işliyor. Buradaki öykülerinde özellikle bir bütünsellik seziyoruz ve bu bütünsellikle birlikte kitaptaki öykülerinin kurgusal yapısında cesur denemelere giriştiğini gözlemliyoruz. Özellikle yapısal arayış gözlerden kaçmıyor bu kitapta. Fotoğraf, söyleşi, röportaj kayıtları gibi farklı türlerdeki metinleri öyküleştiriyorsun ve öyküde türler arası bir geçişkenlik zemini yaratıyorsun. Ötekiler, toplum, günlük hayat, senin benin bir tür hızlı kayıtla iç içe geçerek okurla buluşuyor. Tüm bunların ortasında Ceyhan Özyıldız neyin öyküsünü yazıyor? Merak ediyorum Ceyhan Özyıldız’ın kendi öyküsü buna dâhil mi?
Ceyhan Özyıldız: Şimdi Mihrican, bu yapmış olduğun kayıt benim için çok değerli. Çünkü biz Kıbrıs’taki edebiyatçıların maalesef şöyle bir dezavantajı var, ne yaptığımızı bilmiyoruz çünkü bize dışardan bakan ve baktığını söyleyen gözler ne yazık ki çok az. O yüzden bu tespitlerin için teşekkür ederim. Benim öykü yolculuğum “Yastık Altı Gülkurusu”yla başlıyor. Senin sorduğun soru için şunları söylebilirim; “Yastık Altı Gülkurusu”nda daha çok Ceyhan vardı, öykülerim bana yakındı. Yeni yazmaya başlayanlar için genel bir davranış biçimidir bu. Yazar en iyi bildiği konudan; kendinden ve çevresinden başlar. Yazma konusunda geliştikçe çemberi genişletir; genişletmelidir. Çemberini genişletemezse bir süre sonra yaşanılanlar azalınca veya tükenince kaçınılmaz olarak yazım süreci de sekteye uğrayacak, tıkanacaktır. “Yemenisi Sarı” ikinci öykü kitabım. Öncesinde ‘Sonra Amatu’ var. ‘Sonra Amatu’da da bazı denemelerim var. Orada üç bölüme ayırmıştım kitabı. Öykü ve fotoğrafın birlikte bulunduğu bölüm, sadece fotoğrafın olduğu bölüm ve sadece öykünün olduğu bölüm. Burada okura fotoğrafı görüyorsun, öyküsünü sen mırıldan, demiştim. Öyküyü okuyorsun, fotoğrafını hayal et... Edebiyat ve fotoğraf... Yazma, okuma ve düşünme sürecim “Yemenisi Sarı”ya gelene kadar da yoğun bir şekilde devam etti. “Yemenisi Sarı”da çemberi birkaç halka büyüttüğüme inanıyorum.
İnsan düşünüyor. Öykü nedir? Neden vardır? Kırk yıl öncesinin öykülerini okuyor ve çok beğeniyorum. Anacak, kırk yıl önceki gibi yazmak; hiç ilerlememektir. Öyküye haksızlıktır. Neyi, nasıl anlatacağımın, nasıl ‘daha iyi anlatabilirim’in peşindeyim aslında. Zaten deneysellik ve arayış benim için çok önemli iki faktör. Yeni bir şeyler denemek... Bu dille de olur, formla da. Bugün bakıyorum; düz anlatımlı öyküler yazılıyor. Adına da ‘yalın anlatım’ deniyor. Benim de böyle öykülerim var. Ama bunu aşmak lazım. Bunu aşmaya çalışıyorum. Türkiye’de elli kuşağından bahsedilir hep. Nedir elli kuşağının özelliği, bana göre yeni şeyler denemeleri; formla, içerikle uğraşmaları ve dili zorlamalarıdır. Leylâ Erbil, Vüs’at O. Bener, Yusuf Atılgan, Ferit Edgü, Demir Özlü, Nezihe Meriç, Onat Kutlar, Bilge Karasu, Adnan Özyalçıner, Erdal Öz gibi yazarlar sayesinde Türkiye öykücülüğü kendini buldu, iyi ökülerin yazıldığı bir dönemdi. Bu isimler neden bugün varlar? Cesur ve avangart oldukları için. Burada kendimi avangart olarak gördüğüm anlaşılmasın. Sadece düşünen, yeni yollar bulmaya çalışan biriyim. Dille mi oynayabilirim, formla mı? Dille ne yapabilirim? Formu nasıl değiştirebilirim. Yeni şeyler her zaman risk taşır. Edebiyat tarihimiz bu riskleri alanların -ve değeri sonra anlaşılanların- isimleriyle doludur. Senin de bahsettiğin gibi bu bir risk, yani bu olacak mı, bu beğenilecek mi meselesi aslında bir risk. Ancak, sanatçının arayış içinde olması gerektiğini düşünüyorum. İkinci kitabım Sonra Amatu ile birlikte sanat hayatıma da fotoğraf girmiş oldu. Bu noktada fotoğrafın benim sezgilerime olumlu anlamda etki ettiğini, benim algımı genişlettiğini ve hayal gücümü ciddi şekilde tetiklediğini fark ettim. “Yemenisi Sarı”da örneğin ilk öyküm rüzgarla başlar, sonrasında Saraçhane’de bir futbol ve simitçi diye gider. Bu yaklaşık yirmi sayfalık üçlü, ama aslında tek olan bir öyküdür ve tek bir fotoğraftan esinlenilerek yazılmıştır. Derginin birinde gördüğüm Saraçhanede halktan gençlerin, çocukların futbol oynama anını gösteren, 1950’li yıllara ait bir fotoğraf... Bu kitabımda çoğu öykü, kareler halinde belirdi gözümde. Öyle anlatmak istedim. Cümlelerdeki kesiklikler ve duraksamalar da okurun bu sahneleri daha iyi duyumsamasına; gözünde fotoğrafa dönüştürebilmesine olanak vermek için geliştirdiğim bir anlatım biçimi olarak ortaya çıktı.
Mihrican Aylanç: Ceyhan aslında “Yemenisi Sarı” öykü kitabında hızlı kayıtla etrafını gözlemlediğini ama, önceki kitaplarında kendinle yüzleşme süreci geçirdiğini, kendi benliğinin, kendi arayışının, kendi yolculuğunun öyküsünü yazdığını söyledin. Ben biraz daha derine inmek istiyorum. Seni tetikleyen unsur neydi dijital dünyanın içinde. Fotoğraf ve grafik tasarımda anlatım için farklı bir görsellik olanağı var. Sözcüklerle bu görselliği bir araya getirmeye, seni öykü yazmaya yönlendiren kuvvet neydi? Bu senin için bir ihtiyaç mıydı? Gereklilik miydi? Estetik bir haz mıydı? Yazmanın amacı ne?
Ceyhan Özyıldız: Yani, açıkçası Mihrican, bu sorunun cevabını hiç düşünmedim. Neden yazıyorum diye bir şey aslında düşünmedim. Sanatın bana göre en önemli unsuru ‘haz’ vermektir. Bir şey anlatmak, bir şeyi sorgulamak, eleştirmekten önce ‘haz’ vardır. Bir sanat eserine bir şey sorma(malı)yız, ondan bir şey bekleme(meli)yiz. Tek beklediğimiz ondan haz duymak olmalı. Böyle bir sanat eserini üreten sanatçının da üretim anında doğaldır ki, istediği tek şey haz duymaktır. İyi, güzel bir şey üretmenin hazzı olabilir bu. Edebiyatımızda ve sanatımızda, sanatı bir felsefi düşünce üzerine inşa etme zorunluluğu varmış gibi bir şey var. Sanat yapabilmek için felsefeye, tiyatroya vb. gibi birçok şeye ihtiyaç var tabii ki. Ve sanat tarihine baktığımızda sanatçıların bir kısmının bu felsefelerin manifestoları üzerinden sanat yaptıklarını görüyoruz. Ve gerçekten de bu düşünceler sanat tarihine değişik şekillerde etki etmişlerdir. Ama dikkat edin ‘bir kısmı’ dedim; tüm sanat tarihi izm’ler çevresinde toplananlardan oluşmaz. Kaldı ki, izm’liler de amaç ne isterse olsun, sonunda estetik bir tavır da ortaya koyarlar. Ne yapıyorlarsa yapsınlar, bundan haz duydukları için yapmışlardır.
Şu sıralar iki yeni fotoğraf kitabımın heyecanını yaşıyorum. Biri, ‘O Şeyler I’ olarak adlandırdığm, siyah beyaz, deneysel detay ve doku fotoğraflarımdan oluşan kitabım. Bu kitap, deforme ettiğim, parçaladığım, böldüğüm fotoğraflardan oluşuyor. Diğeri ‘O Şeyler II’... Foto-dijital ve grafik çalışmalar olarak adlandırabileceğim, tamamıyle renkli çalışmalar. Bu kitapta, fotoğrafları düşünce, sorgulama metnlerinin üzerine kurdum. Ancak, yine de temel amacım estetik açıdan güçlü eserler meydana getirmekti. Yani bunu neden söyledim; iş gelip estetik tavır ve estetik hazda sonlanıyor.
Ben dışa dönük birisiyim. Hem daha önce bahsettiğim yan sanatlardan besleniyorum hem de gözlem yapıyorum. Bu gözlem sonucunda herhalde beni tetikleyen bir şey var yazmayla ilgili... Sadece dediğim gibi ikinci kitabım Yemenisi Sarı’da neredeyse direkt benim hayatımla ilgili bir şey yok, benim hikâyem yok. Ha, tabii ki, benim hayatımdan sinen bir şeyler var bu öykülere ama ilk öykümdeki gibi benim hayatıma çok yakın değil, yani tabiri caizse tamamen kurgusal çerçevede bir şey var. Örneğin diyorum ki aklıma bir imge geliyor örneğin çakıl taşı imgesi. Şimdi bu çakıl taşı nedir, nasıl düşünebilir? Bir canlı olsaydı bir varlık olsaydı ne hissedecekti, diye bir imgeden yola çıkarak bir çakıl taşı öyküsü yazıyorum. Yazarken öykü üzerine düşünüyorum. Edebi bir tür olarak öykünün kendisi benim için önemli. Buradaki yazmak edimi benim derdim. Kimi sanatçı vardır beni şu zorladı, bu konuda derdim var, bu konuda sorunum (veya toplumun sorunu) var diyerek yazıyor. İşte şu soruna parmak basayım, şunu eleştireyim, işte insanın şu özelliğinin bu eksikliğinin üzerine gideyim... Diğer açıdan bir sanatçı, toplumun dışında, insanın özünden uzak duramaz. Bunlar sanatına nüfuz eder. İnsan olmasa öykü de olmaz. Dediğim gibi, ben öykülerimde ana unsur ‘nasıl yazarım’dır. Benim derdim öykü yazmak...
BAKIRDAN İÇİN KÜÇÜREK ÖYKÜLER
“Evimiz köprü ayağında. Bir kamyon geçti mi sallanır. Gözlerimi açıp, duvardaki pasta resmine bakıyorum.”*
Kim yapıştırmış buraya bilmem. Bu duvar hep kirlidir. Kirliliğinden rengini unutmuştur. Unuttuğundan karasını sevmiştir. Yoksulluğumuzun lekeleriyle doludur. Lekeler de yoksuldur renginden. Bir fırçadan doğduklarını hayal ederler. Ahmaklar! Hayal etmek neyinize, diye bağırasım gelir. Bağırmam. Ne kadar ovsak kar etmez bu duvarı; garip, tiksindirici bir kokusu vardır. Kokular eşyalara dökülür. Duvar olur her şey. Yarılır, katrana bürünür, pıtır pıtır dökülür. Eşyasız çiviler çakılıdır göğsüne. Çiviler benim gibi sıskadır. Biçimsizdir. Ama onlarla hiç alay etmem. Onlar gibi çakılıyım eve. Kaçsam, en fazla yan odaya; boyalı bir köşe bulsam... Ayşe gibi değilim ben. Ona şişko demem. Ayşe’nin mutfağı -bir lavanta kokusu alır gözümü. Aydınlık mermere düşer, duvara seker. Dayarım burnumu. Duvar. Böyle kokarmış demek…- gibi değil mutfağımız. Gözlene gözlene silinmiş boyaları duvardaki resmin. Boyası gitmiş ama, ne olduğunu bilirim. Ezberimdedir her bir rengi. Çoğu zaman daha güzelini, daha renklisini hayal ederim. Bazen bakmamak için zorlarım kendimi. Koşarak geçerim yanından. Çocuk kalbimden bir şeyler akar, midemin boşluğuna şangırtılarla düşer. Bugün o resmi yırttım. Işıl ışıl mumlar yanardı üzerinde.
*Pelin Buzluk-En Eski Yüz-Uçurum
“Kapkara bir mizaha ihtiyacım var şimdi.”*
Dişçi aklımı okuyor gibi mırıldandı: Sana kötü bir haberim var. Dişlerinin tümünün çekilmesi lazım. Nasıl olur bu, diye çığlık attım. Sana söylemiyorum, dedi. Ona söylüyorum; başını arkadaki koltuğa doğru çevirdi. Baktım orada kimse yoktu. Neden bu kadar şeker yedin, diye sordu. Ben şeker yemem, sevmem, dedim. Sana değil, dedi. Çocuğa soruyorum. Şeker yemeseydin, dişsiz kalmayacaktın. Boş koltuğa bakıp konuşuyordu. Korkudan ölüyordum. Karabasan göğsümü eziyor, kuru terler döküyordum. Dişçi büyük bir kahkaha attı. Şaka yaptım yahu, şaka. Derin bir oh çektim. Beni korkuttun doktor, dedim gülerek. Bir anda ciddileşti. Seninle değil, çocukla konuşuyorum.
*Gürgenç Korkmazel-Gizli hazırlık-Dişçi Koltuğunda Kara Mizah
AHMET UÇAR
TEK EDEBİYAT DERGİSİ
“Ceyhan Özyıldız ile söyleşi” Kendisiyle yapılmış röportaj, Ahmet Uçar, Tek Genç edebiyat dergisi, Yıl:3 Sayı:16, Nisan, 2021.
1. 1. Öykücülüğünüzün yanında fotoğraf sanatıyla da ilgileniyorsunuz. Son öykü kitabınız Yemenisi Sarı’ya bakıldığında ilk öyküden itibaren fotoğrafik unsurlar karşımıza çıkıyor. Kitabın ilk öyküsü olan Rüzgâr’a göz attığımızda bir özne olarak yer alan rüzgârın gözünden birçok fotoğraf zihnimizde canlanıyor. “Duvar. Çivi kırıkları. Bant sökükleri. Resim artıkları…”, “Derisi hastalıklı asfalt… Kaldırımlarına atılmış çürük sandalyeler”. Saraçhane’de Futbol öyküsünde ise bir futbol ise bir futbol maçı fotoğrafından yola çıkıldığı ve fotoğraftakilerin öyküye dönüştüğü dikkatimizi çekiyor. Siz Yemenisi Sarı’da öyküyle fotoğrafçılık arasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çok güzel bir tespit Ahmet… Yeri gelmişken güzel soruların için teşekkür ederim.
Aslında kullandıkları malzeme ve dil ayrı olsa da; çok iyi anlaşan iki yakın akraba gibi görüyorum öykü ve fotoğrafı. Fotoğrafı -klasik fotoğraf- estetik ve anlamlandırılabilir kılan bazı özellikleri vardır. Bunlara kompozisyon öğeleri diyoruz. Yani fotoğrafı fotoğraf yapan şeyler. Örneğin sadelik. Kompozisyonun bütünlüğünü bozacak görüntüler atılır fotoğrafta. Edebiyat; yazmak dediğimiz şey de bir kompozisyondur. Öykünün de fazla kelimeye tahammülü yoktur. Ritim, bir cismin tekrarlanan görüntüsüdür fotoğrafta. Bunu da öyküdeki leimotiflere benzetirim. Ara ara tekrarlanan söz öbekleri, kelimeler, mimikler vb. gibi. Uyum, fotoğrafta renk, ton, hareketlerin bütünlüğüyle oluşturulur. Öykü -şiirden sonra- dil ahengini, uyumunu en çok kullanan -çağdaşlar içerisinde- edebi türdür. Fotoğrafta sadelik, odak noktası, bakış açısı farklılığı, kadraj, lekeler ışık gibi başka unsurları da ekleyebiliriz. Öykü -genellikle- odağına bir konuyu alır. Tek bir şeyi anlatmaya çalışır yani (fotoğrafın odak noktası, fotoğraf esas olarak kimi/neyi göstermek istiyor?). Hikâyenin anlatıcısını/bakış açınızı çok iyi belirlemeniz gerekir. (Fotoğrafı nedere durup çekmelisiniz? Hangi açıdan?) Anlatılacak olanın sınırlarını iyi çizmeli ve öykünün bütününe hizmet etmeyen hiç bir şeyi dâhil etmemelisiniz (kadraj). Bu örnekler çoğaltılabilir.
Evet, kelimelerle fotoğraf yapıyorum. Fotoğraflardan öyküler çıkarıyorum. Bu iki sanat dalı, birbirini var ediyor bende. Fotoğraf çekerken çektiğim şeyin hikâyesi olsun istiyorum. O fotoğrafla bir hikâye göstermek istiyorum izleyene. Gerekirse zihnini yorsun, kendi imgelem dünyasıyla yeni bir öykü örsün istiyorum.
Öykü yazarken de fotografik görüntüler beliriyor gözümde. Gördüğüm -ve sevdiğim- o fotoğrafları başkaları da görsün istiyorum. O fotoğrafların art arda izlenmesinden ortaya çıkan filmi kendi imgelemiyle izlesin istiyorum. Benim öykülerimde yapmaya çalıştığım, bu filmlere ortak yönetmenler, ortak senaristler bulmak, hatta farkı oyuncularla oynatmak bu filmi...
2. Yemenisi Sarı’daki öykülerde deneysel öykülerle karşılaşıyoruz. “Hiç Bozmayın! Çekiyorum”, “Ünlü Yazarlarımızdan Ahmet Eden’le Söyleşi” öykülerinde söyleşi türünden, “Bir Kadın Cinayeti Daha” ve “Pembe İnci” öykülerinde haber biçiminden yararlanıldığı göze çarpıyor. Öyle ki “Yabancı” öyküsünde önce “Adam” karakteri çakıl taşını ve içinde bulunduğu koşulları betimlerken aynı öyküde “Çakıl taşı” da özne kazanarak adamı ve ilişkili olduğu durumları betimliyor. Öyküyle yapmak istediğiniz ve öykü tanımınız hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Benim yaşamdaki düsturum yeniliktir. Deneyselliği severim. Yeni şeyler bulma... Yazı dediğimiz şey de budur aslında. Dili ve biçimi yenileme, zorlama... Okura yeni bir his, yeni bir duygu verme. Ona yeni bir biçimle seslenme...
Okumayı sevdiğim şeyleri yazıyorum. Günümüz öykücülüğünün heyecanını yitirdiğini düşünüyorum. Heyecanı yitiriş nedir? Öykünün insanın dış çevresinden çok, iç dünyasına yönelmesidir. Benim de böyle öykülerim var tabii. Bu tür öyküyü yadsıyamayız. Çünkü insan artık kendisiyle daha çok baş başa kalıyor. Öykü de bu insanı anlatmaya çalışıyor; dertleri, korkuları, çıkmazları. Ancak bunu yaparken, öykü de kapanıyor kendi içine. Sokaktan, mahalleden kopuyor öykü. Bugün Dünya ve Türk edebiyatında klasikleşmiş öyküleri neden hala okur ve severiz? Çünkü sokaktaki insanı anlatır o öyküler. Her an karşımıza çıkan, bizimle konuşan insanı. Bize seslenen o insanın çıkar ilişkilerini, küçüklüğünü, bayalığını, saf aşkını, çaresizliğini…
Biçimsel arayışlarım var. Yemenisi Sarı’daki denemeleri ilk kez ben yapmıyorum. Modern ve Postmodern edebiyatın ortaya çıkmasından beridir yapılan şeyler bunlar. Sanat disiplinleri birbirini misafir ediyor artık. Biçimini veya dilini ödünç veriyor diğerine. Bir parçasıyla katkı koyuyor ötekine. Hele Postmodernizmle öykünün biçimsel ve içeriksel sınırları daha da silikleşti. Öyküden öte, diğer edebiyat türlerinin de öyle. Biraz roman, sınırlarını kalın surlarla korumaya devam ediyor. Onun bile uzun öyküyle karışabiliyor sınırları zaman zaman. Diğer türler tanımlarını yitirdiler neredeyse; hangisi öykü, hangisi anlatı… Öykü gibi yazılan mektuplar, deneme denilen öyküler, rahatlıkla öykü gibi okuyabileceğiniz denemeler üretiliyor artık. Küçürek öykü mü? Şiir mi okuduğunuz? Bunun cevabını hisleriniz; evet hisleriniz size ne diyorsa o şekilde veriyorsunuz. Bir de yazarın beyanına uyarak…
Yeni bir anlatım dili ve biçimi aramaya; bulmaya devam edeceğim. Beni heyecanlandıran öyküler okumaya, yazmaya da öyle... Yemenisi Sarı’da yapmaya çalıştığım bu. Verdiğin örnekteki “Bir Kadın Cinayeti Daha” öyküsü, “Birçok Kişinin Gözü Önünde”, “Yardım Çığlıkları” ve “Tam Seyirlik Cinayet” öyküleriyle bütündür aslında. Kitapta farklı sayfalara serpiştirilmiştir özellikle. Dikkatli okurun bunu bulmasını, birleştirmesini ve Rubik küp oyununda olduğu gibi aynı renkleri bir araya getirmenin hazzını duymasını istedim.
3. Kitapta minimal/ küçürek öyküler de görüyoruz. Günümüz tüketim toplumunda çok olanın değerli olduğu algısı bulunuyor. Ne kadar çok nesneye sahipseniz, ne kadar çok unvan bulunduruyorsanız o kadar değerli hissediyorsunuz. Bu çokluk sürekli tüketildiği için bir döngüye dönüşüyor, eşya çoğaldıkça insanın kendine verdiği değer de azalıyor. Öykülerinize de bu çerçeveden yaklaştığımızda söz konusu minimal öykülerinizde sınırlı cümlelerle bir öykü dünyası yaratma çabası göze çarpıyor. Küçürek/ minimal öykü sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?
Yazın dünyası için kısa/az olan mutlak daha değerlidir diyemeyiz. Daha kolay ve daha zor yazılır ayrımına da gidemeyiz. Neden? Anlatı kısaldıkça anlatmakta olduğu zaman da darlaşıyor aslında. Romanda –sadece yirmi dört saatte geçen romanlar da var, bir günü anlatan da ama- genellikle anlattığınız zamanı daha geniş tutma şansınız var. Öyküyü anlatmaya başladığınız zaman –gene genellikle diyorum-, çatışmadan hemen önceki zamandır. Küçürek öyküdeyse çatışma/olayın tam içinden başlarsınız anlatmaya. O an o olay/durum gelişiyordur. Çatışma/çıkmaz o anda yaşanıyordur. Yani anlatının türü değiştikçe anlatıyı anlatmak için yürüdüğünüz yol da kısalıyor aslında. Ancak, bu arada hataları gizleme şansınızda gittikçe zorlaşıyordur. Örneğin romanda, cümleye oturmamış bir kelime, hatta paragrafa uymamış bir cümle kendini gizleyebiliyorken, öyküde bu şansınız nerdeyse hiç olmuyor, küçürek öyküdeyse bu imkânsız bir hale geliyor.
Sanat tolumu, hayatı izler; onu anlatır. Yaşama ve zamana ayak uydurur. Onu yansıtır. Onun ihtiyaçlarına cevap verir. Orta Çağda dine, sonrasında hümanizmaya, sonra modern insanın duygu düşünce ve yaşam tarzına şimdi de postmodernist anlayışa verdiği cevap gibi (Postmodernizm kitsch ve trivial sanatı kollar. Savunur.) Roman en çok okunan tür... Roman da daha çok okunmak için daha popüler, daha trivial, konu ve anlatımlara büründü. –gene maalesef- halk böyle şeyler okumak istiyor. Eğitim ve kültür düzeyi düştükçe, okunan şeylerin bayalığı da artıyor. İzlenen şeylerin de öyle. Öykü de bu değişimden nasibini alıyor. Yazılan yazılmaya çalışılan öyküler daha basit, daha anlaşılır, dil oyunlarına pek girmeyen bir şekle bürünüyor. Yoğunluğunu yitiriyor. Ben bundan kaçınmaya çalışıyorum. Kaçındığıma da inanıyorum. Bir öykücü olarak, okumaktan zevk aldığım öykü bulmakta zorlanıyorum. Aynı zamanda bir öykücü olarak, öykülerimi okuyacak okur bulmakta da zorlanıyorum.
Senin de sorunda belirttiğin gibi çağ tüketim çağı, o kadar hızlı ilerliyor ki her şeye yetişmek çok zor. Zaman yoksunu çağımız insanı da ya beynini yormayacak basit ve hızla tüketebileceği şeyleri ya da yoğun ancak, kısa şeyleri okumayı tercih ediyor. Bu noktada küçürek öykü benim için kurtarıcı bir rol oynuyor. Yoğunluğunu-etkisini yitirmeden kısa yazılabilen ve hemen okunabilen bir tür küçürek öykü. Şiirin ikizi olarak düşünebiliriz. Öncesinde çok oyalanmadan, başka yollara sapmadan direkt olayın içine giriyor okur.
Yemenisi Sarı’da küçürek öyküyü bir ‘oh’ noktası olarak kullandım. Daha uzun öykülerin arasında okuru dinlendirecek, geçiş kapısı olacak; ancak bir meze gibi değil, kendisi bir ana yemek olarak sofrada var olacak. Aromasıyla, kullanılan malzemesiyle, baharatıyla, verdiği lezzetle kendi başına var olacak. Okuyanı/tadanı vuracak, etkileyecek bir biçim olarak düşündüm küçürek öyküyü. Kitap imza gününde gördüm ki, insanlar ilk önce küçürek öyküleri okumaya başlamışlardı.
Kitaptaki dile bakıldığında birçok yerde tek kelimeye kadar düşen kısa cümleler, şiirsel ifadeler bulunuyor. Yine kitabın ilk öyküsü Rüzgâr’da geçen “Acımasız bir çivi. Gaddar bir çekiç. Ağlata ağlata kırıyorlar tuğlanın kaburgalarını; kapatılmayan bu yaranın irinini örtüyor poster.” cümleleri, “Başlıksız XIV” öyküsünde geçen “Midemde açlık sancısı. Karanlığın içinde yarım bir inşaat gibi yalnız annem, sesleniyorum, “Ekmek keser misin bana” cümleleri buna örnek gösterilebilir. Siz öykülerinizdeki dilsel unsurlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Her sanatın ham maddesi var. Ressamın boya, heykeltıraşın taş, mermer, maden vb. Yazarın da kullandığı ana madde dildir. Yazar dili işler yani. Benim anlayışım ve yapmak istediğim dili işlemek. Dili, konuyu anlatmak için bir aracıdan çok, kendi varoluşu için kullanmak. Onunla neler yapabilirim? Nasıl kurabilirim? Dili, tema, konu, karakterler, mekân vb. unsurlardan biri -ve en önemlisi- konumuna nasıl taşıyabilirim?
Birinci soruna verdiğim cevapta ortaya koyduğum gibi, ulaşmaya çalıştığım ereğin, okuyucunun okuduğunu fotoğraf kareleri gibi gözünde/zihninde canlandırması ve bu fotoğrafların akışından oluşan filmi okuması/yönetmesi/oynaması olduğunu söylemiştim. (Sinema filminin bir saniyesi için yirmi dört kare (resim) art arda sıralanır.)
Bunu nasıl gerçekleştirebilirim? Öyküyü gerçekleştiren başat unsur dil olduğuna göre, dille oynayarak. Kısa cümle ve kelimeler -ve noktalar- okuyucuyu duraksatır. Bu duraksama anı okuyucunun görüntüyü zihninde canlandırmasına ve hazmetmesine olanak sağlamış olur. Bu öykülerde okuyanda fotografik görüntülerin canlanmasını, dilin bu şekilde kurgulanışı sağlamıştır.
CEYHAN ÖZYILDIZ İLE
SANAT ÜZERİNE...
Röportaj: İlayda Tüccaroğlu
Tabella’ya yazmaya ilk karar verdiğim andan itibaren, örnek aldığım biri olan ve fotoğrafçılığı bana ilk öğreten kişi Ceyhan Özyıldız ile röportaj yapmak hayalimdi. Bunu başarabilmek ve merak ettiğim konularda fikrini almak benim için çok öğretici bir deneyim oldu. Ceyhan Özyıldız’a bana vakit ayırıp, detaylı bir şekilde sorularımı cevapladığı için çok teşekkür ederim.
***
İlayda Tüccaroğlu: Üniversite eğitimimi sosyoloji üzerine yapmaya karar verdikten sonra, sosyal bilimlerin ve sanatın ülkemizde yaygın olmaması gözüme daha çok çarpmaya başladı. Siz bu koşullarda Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde Kütüphanecilik Bölümü’nü tamamladınız. Ülkemizde yaygın olmayan kütüphanecilik bölümünü okumaya nasıl karar verdiniz? Bu bölümden biraz bahsedebilir misiniz?
Ceyhan Özyıldız: Sosyal (ayrıca insan) bilimlerinin alanı içerisine giren, özellikle sanat tarihi, sosyoloji, antropoloji, filoloji(ler) gibi bölümlerde okumuş ve şu an başka başka işler yapan çok arkadaşım var. Bilim demek araştırma demektir. Kazmak, kazımak, incelemek, ortaya veri ve istatistik koymak demektir. Bugün dünyayı yöneten ülkeler bu güçlerini neye borçlur? Ben cevaplayayım yine; bilime borçludur. Bilgi onlara gökten inmemiştir. Tıp, tarım, hayvancılık, kimya ve tüm bunları kapsayan teknoloji etrafında dönüyor her şey… Bilim için, vizyon (yönetimsel), hedef ve para gereklidir. Bizim ülkemizde bunlar ne zaman bir arada bulunabildi?
Aslında kütüphanecilik kendi alanında yaygın bir disiplin ve meslektir. Türkiye’de ve ülkemizde üniversitelerde bölümleri var. Mezunları var. İşsiz mezunları var. Bu vizyon meselesi… Yönetenlerin, sosyal bilimlerin her alanına yansıyan ilgisizliği ve bilgisizliği bizim alanımız için de geçerli. Üniversite mezunu işsizler varken, kütüphaneler ilkokul, ortaokul mezunlarıyla; işçi ve geçici kadrolarıyla dolduruluyor.
Kütüphaneciliği, Ankara’da kütüphanecilik okuyan, şimdi Cumhuriyet Meclisi Kütüphanesinde yönetici olan, arkadaşım Sibel Yemenicioğlu’nun bilgilendirme ve yönlendirmesiyle seçtim. Seçtim dediğim, ÖYS listesine yazdım. Sanıyorum dördüncü veya beşinci tercihimdi. Birçok “sosyalci” gibi rüyalarımı tarih, edebiyat veya coğrafya süslüyordu. Sonuçlar açıklanıp kütüphaneciliği kazandığımda ağlama derecesinde moralimin bozulduğunu hatırlıyorum. Aslında Türkiye’de bir üniversite kazanmam “zafer” olarak adlandırılacak bir durumdu. Çünkü ticaret lisesi mezunu olmam nedeniyle ÖSS ve ÖYS’ye yönelik hiçbir ders görmemiştim. Tamamen kendi azmim ve imkanlarımla geceli gündüzlü çalışarak bu sonuca ulaşmıştım. Tabii bunu Ankara’ya gidince anladım.
İ.T.: “Bilgi ve belge yönetimi” ismi kullanılıyor sanıyorum?
C.Ö.: Evet, bilim dalımızın ismi biz mezun olduktan sonra “bilgi ve belge yönetimi” olarak değiştirildi. Enformasyon, dokümantasyon, arşivcilik ve kütüphanecilik disiplinlerine yönelik ortak müfredat oluşturuldu. Bugün bilgi yönetimi dediğimiz alan, bilgiyi yönetme yanında, bilişim ve iletişim disiplinlerini de içine alarak, genişleyip, çeşitlenerek yeni bir kimliğe kavuştu.
İ.T.: Kütüphaneciliğin yanı sıra fotoğraf sanatıyla da ilgileniyorsunuz. Eserleriniz çeşitli sergilerde yer aldı ve birçok projeye fotoğraflarınızla katkı koydunuz. 2015 yılında “Prime Four” fotoğraf grubu olarak “Kıbrıs’ın Son Gurbetleri” üzerine yaptığınız foto belgesel çalışmasından biraz bahseder misiniz? Bu projenizde neden Gurbetleri düşündünüz?
C.Ö.: Kıbrıs’ın Son Gurbetleri, güzel, geniş oylumlu bir kitap ve aynı zamanda seksen fotoğraflık bir sergiyle sanatseverlerin izlenimine sunuldu. Fotoğraflar 8. İzmir EgeArt Sanat Günleri’nde de sergilendi. Tahmin etmediğimiz olumlu geri dönüşler aldık. İyi bir iş çıkardığımız biliyorduk; çünkü bu proje üzerinde dört yıla yakın bir zaman çalışmıştık. Ancak bu denli beğenileceğini düşünmemiştik.
Geçen aylarda gecikmeli de olsa, kitabı gerçek sahiplerine, yani gurbetlere götürüp verme imkânını bulduk. Orada duyduklarımız, onlarca konu arasında Gurbetleri seçmekte ne kadar doğru ve öngörülü davrandığımızı ortaya koydu. Kitapta fotoğrafladığımız birçok yaşlı insan hayatını kaybetmişti.
Gurbetler projesini ilk başa alırken temel öngörümüz; ülkemizde “Gurbet” olarak adlandırılan Romanların zaman geçtikçe kendilerine özgü yaşayışlarından uzaklaşmaları, gelenek ve göreneklerini yitirmeleriydi. Projeye başladığımızda bunun neden yıllar önce aklımıza gelmediği veya başkalarının aklına gelmediği konusunda hayıflanmıştık. Çünkü, ellerinde şiş satan kocakarıları, fallara bakan genç kızları, kalay yapan erkekleri kalmamıştı. Üstelik çadır geleneğini de terk etmek üzereydiler. Onlar da giderek yerelleşip, zamana uyum gösteriyorlardı.
İ.T.: Prime Four ile yeni bir projeniz var mı?
C.Ö.: COVID-19’dan dolayı çok hızlı ilerliyemiyor olsak da var. Ben, Yıltan Taşçı, Mustafa Evirgen ve Mustafa Müezzinoğlu’ndan oluşan Prime Four’un şimdiki projesi de Kormacit bölgesinde yaşayan, Lübnanlı Arap olup, Rumca konuşan (azınlık statüsünde olan) Maronitlerdir.
İ.T.: Sanatın birçok dalına olan ilginiz sizce eserlerinizi nasıl etkiliyor? Bu dallar birbirini besliyor mu? Deneyimlerinizden bahseder misiniz?
C.Ö.: Edebiyat benim için hep ana yol olmuştur. Fotoğraf ve grafik tasarım bu yolu besleyen tali yollar gibidir. Kuşkusuz günümüzde sanatların konturları giderek silinmiştir. Tüm sanatlar birbirini etkiliyor, besliyor dahası birlikte yol alıyor. Özellikler fotoğraf ve edebiyat benim sanat dünyamda birlikte ilerler. İkisi de diğerinin gizli öznesidir. Öyküde fotoğrafik görünümler yolumu çizer; fotoğrafta da hikâyeciliği barındıran zaman ve mekân, yani atmosferi ararım. Bana göre bir fotoğrafta insanı değerli kılan bulunduğu mekândır.
İ.T.: Peki grafik tasarım?
C.Ö.: Tasarım da işlerimi etkiliyor tabii. Çalışmalarımda grafik tasarımla fotoğrafın tümleşik izleri bulunabilir. Tasarım zaten başlı başına denge işidir. Keza fotoğraf da öyle. Tasarımda sadeliği severim, minimal çalışmaya özen gösteririm. Bu fotoğrafı da besler. Fotoğrafın da ana ögelerinden birisi kompozisyondur; fazlalıkların atılması, denge vb..
İ.T.: Son çıkardığınız öykü kitabınız Yemenisi Sarı’dan da biraz bahseder misiniz?
C.Ö.: Yemenisi Sarı’nın tanıtımını şair arkadaşım sevgili Fatoş Avcısoyu Ruso ile onun Otları Yalnız Sevmenin Gürültüsü isimli şiir kitabıyla birlikte yaptık. 8 Temmuz 2020’de Mod Café’nin serin bahçesinde, çok güzel bir gece oldu. Dostlarla bir arada bulunmak bana çok güzel duygular yaşattı. Sonrasında çok güzel bildirimler aldım. Önceki öykü kitabım Yastık Altı Gülkurusu kadar iyi, hatta onu aştığım söylendi. Bir yazar için en büyük dürtü ve korkudur önceki kitabını aşabilme…
Yemenisi Sarı’nın bence (okuyanlardan edindiğim bilgiler de destekliyor bunu) en büyük ve yeni özelliği, çağın öykü türü olan küçürek (minimal) öykü türünden de çok sayıda eser barındırıyor olmasıdır.
İ.T.: Biraz açar mısınız “küçürek öykü”yü?
C.Ö.: Küçürek öykü üç-beş cümlelik, hızlı okunabilen ancak derin anlamlar barındıran, öykünün öncesinde aktığı, sonrasında da sürdüğü (okuyucunun zihninde) bir öykü türüdür. Kitaptan bir küçürek öykü verelim dilerseniz.
“Ayakları Kesik
Şarampole yuvarlanmış, diyor.
Karşı yataktakini işaret ediyor yorgun gözleriyle. Zor çıkartmışlar bunu. Kulağıma eğiliyor, ilaçlı nefesi genzimi yakıyor. Diz altlarından kesmişler bunun ayaklarını; kabullenememiş daha, doktorlar konuşurken duydum, diyor. Gözlerinde koyulaşan bir acıma. Ekliyor, yürü, gidip bir seslenelim, yazıktır.
Dağınık kır saçlarına, pörsümüş cildine, uzamış sakallarına, bakıyorum İbrahim’in. İki günde nasıl ihtiyarlar insan? Çarşafın altında yaralı kurtçuklar gibi kıpraşıyor ayaksız bacakları…
Hadi sen biraz uyu; uyu, diyorum, ona.
‘Yok! Gidelim,’ diyor; gidelim. Yazıktır.”
Kitabın kapağında Özden Selenge’nin Minyatürler serisinden bir eserini kullandık. Çok beğenildi. Buradan yazar-ressam Özden Selenge’ye bir kez daha teşekkür etmek isterim.
İ.T.: Kültürel olarak çok zengin bir ülkede yaşıyoruz. Sanatla ilgilenen gençler ülkemizde bu dalda ilerlemekten korkuyor ve başka kariyerlere kayıyor. Sizce ülkemizde sanata yatkın ve yetenekli olan gençler nasıl yüreklendirilebilir?
C.Ö.: Bence sanatı gerçekten seven ve içinde sanat filizlenen biri, ondan kaçamaz. Sanat her ne kadar eğitimle, bilinçli olarak yapılan bir alansa da sanatçıyı esasen yönlendiren içgüdüleri, duyguları, estetik beğenisi, kültürü, tecrübeleri, yaşadıklarından kalanlar, bilinçaltları gibi ruhsal durumudur. Bu ruhu dizginlemek kolay olmaz. Zengin sanatçı görmedim (Ölenler hariç, bizde ölenlerinde kıymeti yok!) işin ekonomik yönü dikkate alındığında doğrudur, bizim ülkemizde sadece sanatla hayatını kazanmak çok zor. Ek bir iş yapmak zorunlu. Sanat üniversitesinden mezunsanız, işinizin de sanatla ilgili bir iş olması çok muhtemel. O zaman sorun yok. Ancak ülkemizde sanat yapanların çoğu alaylı olup benim gibi başka meslekler yapıp, yanında sanat hayatlarını sürdürmeye çalışmaktadır. Bu nedenle ben bizim ülkemizdeki sanatı “emekli sanatı” olarak isimlendiriyorum. Kişiler emekli olduktan sonra esas işlerini üretmeye ve sanata hakkını vermeye başlayabiliyor.
Sanata yatkın gençler, ilgi duydukları alanın üniversitesinde/akademisinde okuyup, yapabilirlerse sanatlarını akademik hayatlarıyla bütünleştirerek bir arada yürütmelidirler; yani sanatları işleri olmalı (öğretim görevlisi vb.) ya da yaşamlarını yurt dışına yönelik olarak planlamalıdırlar. Yoksa farklı bir meslek yapıp (benim gibi) sanat yapmanın bedelleri, olanaksızlıkları çok.
İ.T.: Tam burada başka bir mesleği icra ederken, sanatla uğraşmanın zorlukları nelerdir? Bu zorlukları aşmak için neler yapılmalıdır sorusunu sorabilir miyim size?
C.Ö.: Bu sorunun cevabı ayrı bir kitap olur.
İ.T.: Ebeveynler genelde çocuklarını sanata teşvik etmemektedir. Bununla ilgili düşünceleriniz nelerdir? Sizin ailenizde sanatla ilgilenip sizi yüreklendiren biri var mıydı?
C.Ö.: Yukarıda belirttiğimiz hususlar nedeniyledir bunlar, “geçim derdi”. Ancak içinde sanat ruhu olan birisi mesleğini yaparak da sanatını yapabilir. Ancak nasıl ve ne kadar, hangi bedel karşılığında? “Başka bir meslek icra ederken ve sosyal yaşamın içinde yer alırken sanatsal anlamda ulaşabileceğin nokta neresidir?” gibi sorular sormak gerekebilir. Buna ek olarak “Neden sanat ruhlu insan ülkemizde az yetişiyor?” sorusu ortaya çıkıyor. Öyle değil mi? Madem sanatçı ruhlu birisi her şekilde bunu yapacak… Bundan kaçamayacak… Sanat ruhu derken ben sanatın genetikle de ilişkili olduğunu düşünüyorum. O gen mutlaka geçer. Çok üst atalardan da olabilir bu. Sanat ruhu çoğu insanda yüzeye çıkmaz; bazen çıkar, insanlar onu değerlendirmez. O ortamı yoktur. O sesi dinlemez, dinleyemez, duyamaz. Ama bu gen alt nesillerde birine geçer; o kişi bu sesi duymuştur. Dinlemiştir. Yoğurmuştur. Öğrenmiştir. Bundan kaçamaz.
Benim ailemde sanatçı biri yok. Ancak, babam şiir yazardı, hatipliği iyidir. İşçi biri olarak kitap okuduğunu çok gördüm. Belki daha üstteki atalarımızda da vardı böyle şeyler… Dinleme, duyma, yapabilme ortamı bulma bana denk geldi diyelim.
Şunu da söylemeden geçmek istemiyorum. Yukarıda yazdıklarımdan ban sanat yapabilme bilgi ve becerisinin gökten indiği izlenimi edinilmesin. Sadece ruh var. O ruhu, o aklı doldurmak ve doyurmak ciddi okumalar, araştırmalar sonucunda olur. Sürekli okumalı, araştırmalı, bilgiye “bilmeye” aç olmalısınız.
Öyle yoğun bir bilgi dünyasında yaşıyoruz ki, Sokrates’in Savunması’nda geçen “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.” sözünü sürekli olarak anımsarken bulurum kendimi.
Güzel sorularınız için çok teşekkürler Sevgili İlayda.
ADALI SANATÇILARIMIZ: CEYHAN ÖZYILDIZ
Kendimi İyi Yazar Sınıfına Koymakta Temkinliyim
FEHİME ALASYA
Bize biraz
kendinizden söz eder misiniz?
1973 doğumluyum.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Kütüphanecilik bölümü
mezunuyum. Kültür Dairesi’nde yayın ve halkla ilişkiler görevi yürütüyorum.
Esasen
edebiyatçıyım... Edebiyatla çıktığım yolda, bir bakıma ona ihanet ederek;
koltuğunun altında fotoğrafçılık-grafikerlik-öğretim görevliliği-editörlük-kurul
üyelikleri gibi birçok karpuz taşımaya
çalışan (Sinir olduğum o, her işi yapan, her taşın altından çıkan insanlara
dönüştüğümün ayırdına çok geç vararak...) ve bu nedenle hiçbirinin hakkını tam
olarak veremeyen bir yazar/sanatçı adayıyım diyebilirim kendimle ilgili.
Dileyenler, çalışmalarımla
ilgili olarak, daha derinlikli bilgiyi,
http://ceyhanozyildiz.blogspot.com URL’sinden
öğrenilebilir.
En çok hangi
yazarları okuyorsunuz? Kimlerden etkileniyorsunuz? Hangi tür kitapları
okumaktan hoşlanıyorsunuz? (Kitap seçerken belirli bir tarzınız var mı? Kişinin
bir tarzı olmalı mı? Yoksa her türden kitabı okumak mı gerekir?)
Çalışmalarımı
gerçekleştirdiğim atölyem “Garaj AMATU”da küçük ölçekli bir kitaplığım
bulunuyor. Bunlar elimin altında bulunmasının gerekli olduğu, sık sık geri
dönüşlerle baktığım; ilgi alanlarıma ait kitaplardır. Derinlikli
araştırmalarımda yüz bine yakın kitabı, gazete ve dergi arşivi bulunan Milli
Kütüphane’yi kullanmayı tercih ediyorum.
Edebiyatın sadece
‘öykü’türüyle ilgileniyor olmama karşın; yazın sanatının diğer türlerinin
yanında, sanatın; resim, heykel, tiyatro ve sinema (sanat olarak alınıyor artık.)
gibi diğer disiplinleriyle de etkileşime geçerek ‘dağarcığımı’doldurma
çabasındayım.
Bu nedenle,
ağırlıklı olarak ‘öykü’ eksenindeki, kitaplar ve antolojileri okusam da;
edebiyat kuramı ve felsefesi, dil ve iletişim, sanatsal kritik ve çözümlemeler,
sanat tarihi, anı ve gezi yazıları, ülkemiz edebiyatı; özellikle kent ve sosyal
yaşamı, sinema gibi geniş bir alana yayılan kitapları da ‘seçici’ bir tarzda
takip ediyorum.
Diğer yandan öteki
ilgi alanlarım olan fotoğraf ve tasarımla ilgili (Ama özellikle fotoğraf)
kuramsal, deneysel ve çözümleyici kitapları da edinmeye ve okumaya çalışıyorum.
Yazın ve araştırma
dünyası o kadar çok ürün veriyor ki, okuma ve takip etme noktasında çoğu zaman
kendinizi çaresiz hissediyorsunuz. Örneğin 2-3 yıl öncesine kadar 4-5 dergiye
aboneyken, okumaya sıra gelmediğinden bunları ikiye düşürmek zorunda kaldım.
(Notos Öykü ve Milliyet Sanat)
Her kitap ve
yazardan etkileniyorum(dur), bunun farkında mıyım; hayır. (Ancak, hayranlıkla
okuduğum yazarlar var.) Tüm okuduğum ve gördüklerim benim sermayemdir. Bunlar
yıllar içerisinde birikir, birbirleriyle harmanlanır, ayrışır, küser,
zıtlaşır... Kimisi unutulur, kimisi uykuya geçer... Bu okuma ve izlemelerin
meyvesini ben, yazmaya başladığımda alırım. Bu nedenle belirgin isim veremem
size. Ancak kitaplığımdaki birkaç yazarı anabilirim: Dostoyevski, Amin Maalouf,
Paulo Coelho, Umberto Eco, Wirginia Woolf, Gabriel Garcia Marquez, Füruzan,
Vüsat O. Bener, Ahmet Büke, Selim İleri, Doğan Hızlan, Ümit İnatçı, Mehmet
Yaşın, Roland Barthes, Cervantes, Poe, Enis Batur, Sait Faik, M. Kansu, Borges,
Susan Sontag, John Fowles, Özer Kanburoğlu, Mehmet Bayhan...
Yazmaya nasıl başlarsınız?
Benim yazama edimim,
her zaman standart bir yol izlemez... Bazen masama oturduğumda belleğimi şöyle
bir süzgeçten geçiririm. Öyküye dönüşecek bir şey var mı, diye. Oradan birşey
çımazsa en büyük yardımcım olan “kara kaplı defterime” başvururum ki, bu
defter, öyküye dönüşebilecek hissi veren konu, olay ve durumları not ettiğim,
rüyalarımın ardından kalanları yazdığım, birinden duyduğum ilginç yaşamları
çalakalem konturladığım bir defterdir. Bu durumda seçtiğim konu ve
olayın/durumun üzerine eğilirim. O an, dinlendirmeden, yoğurmadan,
mayalandırmadan... Öykü, masada şekillenir.
Bazen de hikaye
gelir ve sizi bulur. O aklında pişmeye, şekillenmeye başlar... Sürekli onu
düşünürsün... Eğer, canlı bir organizmaysa bu; örneğin her gün arabayla
geçtiğin bir mahallede, evinin balkonunda oturan yaşlı bir kadınsa... Kendini
de hikayeye dahil ederek azar azar bir dünya örersin kadına... Şu an mesela
böyle bir çalışmam var ve çok ilginç bir şekilde ilerliyor.
Burada bir noktaya
değinmekte fayda var. Bu, özellikle yeni yazmaya başlayanlar için önemli...
Hikayenizi bulmuş olsanız da bu hikayeyi örebilmek, donatabilmek için birçok
bilgiye ihtiyacınız vardır. Genellikle böyledir bu... Örneğin, bir mahkemede
geçecekse öykünüz, o mahkemenin özelliklerini, yargıç/hukuk sistemini vb.
bilmelisiniz. Öykünüze alacağınız bir kuş türünün öykü zamanınıza uygun olması
gerekir. Yani öykü zamanınız kış ise, kışın o yerde görülmesi mümkün olmayan
bir kuşu öykünüze alırsanız; bu felaket olur... Denizde balık avlanıyorsa, o
denizde (Akdeniz, Marmara vb.) o öykünün mevsiminde, kahramanınızın oltasına
hangi balığın takılabileceğini bilmelisiniz; açıklarda yaşayan ve kıyıda avlanmayan
bir balığı, kıyıda avalanan kahramanınızın oltasının ucuna yerleştirirseniz,
komik duruma düşersiniz... Yani; araştırma... Araştırma... Araştırma...
Peki, bu yolculukta ne zaman ben artık yazarım diyebildiniz? Ya da kendinizi ‘yazar’ olarak tanımlıyor musunuz?
Bana göre, insan
yazmaya başladığı andan itibaren ‘yazar’dır. Burada önemli olan
yazdıklarınızın, edebiyat çevrelerince ve ‘iyi’okurlarca dikkate değer
görülmesidir. Kitabınızın tavsiyelerle, beğeniler ışığında sahiplenilmesidir.
Ne yazık ki, iyi
yazmadığı halde, eş-dost çevrelerine yaptığı satışlarla kitabını tüketen ve
bunu övünme malzemesi olarak gören ‘yazar’lar var. Yılda üç kitap bile okumayan
‘okur(!)’lar tarafından sahiplenilenler var... Bu kişiler gerçekten yazardır.
Yazıyorlar... Biliyor musunuz, “...daha
samimi olması için, bu kitapta redaksiyon yapılmamıştır,” diyen önsözler okudum
bu ülkede...
Kendimi ‘iyi’ yazar
sınıfına koyma noktasında temkinliyim. Hȃlȃ daha katedecek çok yolum var.
Kitaplarımla ilgili aldığım olumlu geri bildirimler, camia ve iyi okurlardan
aldığım övgüler, doğru yolda olduğumu gösteriyor sadece.
Yazmak yetenek işi
midir? Öğrenilebilir mi?
Her ikisi de. Bugün
artık “yaratıcı yazarlık kursları”nın, yazabilmenin yönergelerinin öğretilmesi/öğrenilmesinde
büyük katkılarının olduğu kabul ediliyor. Kişinin, yani yazmak isteyenin
içindeki cevheri, yeteneği keşfetmesine olanak tanıdığı bir gerçek. Kişide
yazarlıkla ilgili bir de yetenek varsa, yürüyeceği yol kısalıyor, diyebiliriz.
Türkiye’de atölye ve
kitap haline yazarlığı öğretmeye çalışan iyi yazarlar var: Murat Gülsoy, Semih
Gümüş, Barbaros Altuğ, Sema Kaygusuz, Roland Fishman ve Nalan Barbarosoğlu
gibi. Bu kişilerle hiç olmazsa bir fikir alış verişinde bulunmak bile; yazar
adayının imgelemini geliştireceğine inanıyorum.
Sorunuz “Yazarlığı
öğreten kurs, atölye ve kitaplardan yazar çıkar mı?” olarak değişirse; “yetenek
yoksa, kesinlikle hayır,” cevabını veririrm. Ancak şu olur; bu kişilerden iyi
birer okur çıkar.
Kendinizi yazmak
için şartlandırır mısınız? “Günde şu kadar yazmalıyım” gibi; yoksa fikirleriniz
geliştikçe mi yazıyorsunuz?
Yazmak için değil
de, atölyeme gidip hiçbir şey yapmıyorsam bile masanın başında oturmaya
şartlıyorum kendimi. Bazen motivasyonunun yoktur, bazen yorgunsundur, bazen
kelimeler arasında tıkanmışsındır. Yürümüyordur yani bazı şeyler... Yine de o masanın başında oturmak, mekandan
kopmamak gerekiyor.
Bir de okumak için
şartlarım. Bir yazarın/sanatçının gıdası okumaktır. Sürekli okumak... Tabi buna
izlemeyi de katıyorum ben (İyi bir sinema filmi, belgesel, sergi...) Önceki
sorularda da değindiğim gibi; çeşitli alanları okumak üstelik. Sinema ve fotografiden
çok şey alırım mesela; sahneleme, betimleme, sinematografik teknikler...
Fotoğraf için de sanat tarihi, resim/renkler, kompozisyon, belgesellerdeki
çekim teknikleri, kameranın konumlandığı noktalar vb.
Ha tüm bunlardan
süper yazdığım, süper fotoğraflar çektiğim izlenimi de edinilmesin. Sadece
‘nasıl daha iyi yapabilirim’in ve dağarcığımı doldurmanın peşindeyim. Özgün bir
kalem olmanın; bunun yolunu bulmanın peşindeyim. Yaptığım işi, nitelikli, altı
ve içi dolu bir şekilde yapma çabasındayım. Bir bakıma kırklı yaşlara gelmiş
biri olarak hȃlȃ daha ‘yatağını bulmak için kıvrıla büküle yolunu arayan bir
nehir gibiyim.” Eminim bu yazın hayatımın sonuna kadar böyle gidecek; hep bir
şeyleri arayacağım... Yeni bir şeyleri.
Yazarken çektiğiniz
zorluklar nelerdir?
Yazarlığın, hadi
genelleştirelim sanatçılığın en zor yönü üretimdir. Şöyle diyeyim: Bir yazar en
az dört saat okumalı, (Orhan Pamuk en az sekiz saat okuduğunu söyler.) iki üç
saat da yazmalıdır. Çalışıyorsanız, çoluk çocuğunuz varsa... Sosyal hayatınızı
da koyarsanız... Cevap kendiliğinden ortaya çıkar. Bu nedenle iyi sanatçılar
tüm bunlardan arınmış/arınabilmiş kişilerdir. Bizim ülkemizde ‘gençliğinde’
bunu yakalyanların sayısı çok az. Bu nedenledir ki, bizde sanatsal üretimin
nitelik ve niceliği emeklilik hayatında artmakdarır. Bu nedenle sanatsal
alanlarında öğretim görevliliği yapan üniversite eğitmenlerini bir nebze olsun
şanslı olarak addediyorum.
Şöyle bir örnekle sonlandırayım
cevabı: Akıp giden bir yazıyı, bir okumayı veya bir tasarımı bir saatin
içerisinde beş altı kez bölerek/durdurarak çocuk avutmaya/uyutmaya gittiğim
çok, ama çok olmuştur.
Son olarak yazar
olmak isteyenlere önerileriniz nedir?
Yazar olmak isteyenler,
yazmaya başlasın. İyi yazar olmak isteyenlerse, öcelikle dil bilgisi ve yazım
kuralları olmak üzere -ki bağlaç olan
‘de/da’yı yazmayı bile bilmeden öykü yazarlığına soyunanlar var- çeşitli
alanlardan beslenmeye başlasınlar.
“Etkilenmemek için
okumuyorum,” diyerek, şiir yazmaya
kalkanlar var. Sizden önce yapılanları, nasıl yapıldığını, hangi süreçlerden
geçtiğini/geçildiğini, kullanılan kelime, biçem ve teknikleri bilmeden, üstatlarını
okumadan yola çıkmak, cahil cesaretidir ve edebiyatta yeri yoktur.
Bol bol
okumalıdırlar, öykünmeli, yeni kelimelere ve anlatım biçimlerine karşı meraklı
olmalı, (Örneğin buradaki ‘öykünmek’ kelimesini okur okumaz, anlamını
bilmiyorlarsa, bir yere not etmeli ve sözlüğü karıştırmalıdırlar. ) insanı ve
doğayı gözlemlemelidirler (Edebiyat doğaya ve insana dairdir çünkü.)
Bir de bir önceki
soruda anlattıklarım ışığında “dünya ölçeğinde’ bir yazar olmak istiyorlarsa
yalnızlığı seçmeli veya yalnız kalmanın yollarını bulmalıdırlar.

Çağdaş Kıbrıs Türk Fotoğrafı & Ceyhan Özyıldız
Çağdaş Kıbrıs Türk Fotoğrafı & Ceyhan Özyıldız
Simge Çerkezoğlu
Hayatını kitapların arasında geçiren, bunun yanında
fotoğrafçılığa gönül veren Ceyhan Özyıldız günümüz Kıbrıs Türk Fotoğrafçılığına
dair belge niteliğinde bir eseri fotoğraf severlere kazandırdı.
Özyıldız, ‘Çağdaş Kıbrıs Türk Fotoğrafı’ isimli kitabında fotoğrafçılığa dair
söyleşi, teknik ve düşünceleri bir araya toplarken on yedi Kıbrıslı Türk
fotoğraf sanatçısı ile birebir görüşmeler gerçekleştirdi. Kadir Kaba’dan, Ümit
İnatçı’ya, Buket Özatay’dan Kerim Belet’e kadar geçmişten günümüze pek çok
sanatçı ve eserini bir araya toplayan kitap, Kıbrıs Türkü’nün fotoğrafçılık
sürecine ilişkin arşiv niteliği de taşıyor.
“BASILI ESER AZ”
Kıbrıs Türk fotoğrafçılığına ilişkin bir kitap yazmak
nereden aklınıza geldi?
Ülkemizde sanatın her alanında kültürel devamsızlık söz konusu, fotoğrafta da
benzer sıkıntılar yaşanıyor. Şu an belki çok fotoğraf çeken var ancak geçmişten
bugüne bir devamlılıktan söz etmek zor. Bunun temel nedeni basılı eser
sayısının az oluşu ve tecrübelerin birbirine aktarılmayışı. Kitabı yazmaktaki
amacım hem eski kuşaklardan hem de şu anki fotoğrafçılarından fikir almak ve
bunları okuyuculara aktarmaktı.
Sanırım daha önce başka kitaplar da yayınladınız…
‘Çağdaş Kıbrıs Türk Fotoğrafı’ üçüncü kitabım. İlk
kitabım sadece öykülerden oluşuyordu. ‘Yastık Altı GülKurusu’ 2012 yılında
yayınlandı. Buradaki öyküleri 2004 ve 2008 yılları arasında kaleme almıştım.
Birçoğu dergilerde de yayınlanmıştı ama tümünü bir yerde toplamak
istedim. Ardından ‘Sonra A Matu’ geldi. O da 2012 yılının son aylarında
yayınlandı. Sanatların birbirini etkilemesi çerçevesinde bu kitabın içinde hem
fotoğraf hem öykü hem de anlatılar bulunuyor. Böylece fotoğrafı edebiyatla
buluşturmuş oldum bu da tasarım ve içerik olarak çok fazla yapılmayan bir
şeydi.
“KLASİKTEN UZAKLAŞTIM”
Kitapta klasik röportajın dışına çıktığınızdan söz
ediyorsunuz? Hangi açıdan bu gelenekselliği kırdığınızı düşünüyorsunuz?
Daha çok çözümleme odaklı olarak hazırlandım.
Fotoğrafçıların fotoğraflarını ve fotoğrafa dair kimliklerini çözümlemeye
çalıştım. Soruları uzun tuttum. Bunun nedeni de sorup bilgi almaktan öte, bilgi
sahibi olduğum bu kişilere dair onların sanatlarına ilişkin derinlikli cevaplar
almak. Bu sebeple klasikten uzaklaştığımı düşünüyorum.
Kitabın giriş bölümünde seçtiğiniz isimlere dair
“başkası da olsa benzer isimleri seçerdi” ifadesi bulunuyor. Yine de sormak
istiyorum bu isimleri neye göre belirlediniz?
Kitabın önsözünde de belirttiğim gibi bu isimler seçilirken subjektif
davranmaya çalıştım. Fotoğrafın bazı türlerini ve bu türlerde çalışan isimleri
önüme aldım. Bu kategorilerde bugün ve geçmişte kimlerin çalıştığına baktım.
Çağdaş Kıbrıs Türk fotoğrafçılığının 1980’li yıllarda başladığını göz önünde bulundurdum
ve o günden bugüne ülke fotoğrafçılığına ivme kazandırmış, dönüm noktalarında
bulunmuş ve yeni soluk getirip yaptığı işlerle ileriye yönelik çalışan
insanları ele almaya çalıştım. Aklımda daha başka isimler de vardı ama onlar
için biraz daha zamana gerek olduğunu düşündüm. Belki birkaç kişi daha
alınabilirdi ama her türde bir kişi seçtiğim için onu da yapmam mümkün olmadı.
Ancak bu kitabı yazarken ilk kitap olarak düşündüm. Zaman içinde çıkacak yeni
isimler ve tekniklerle bu kitabın devamı da gelecektir.
“KEŞKE ALABİLSEYDİM”
Bu isimleri seçerken diğer yandan birilerine haksızlık
ettiğinizi düşündüğünüz oldu mu?
Haksızlık değil de keşke alabilseydim dediğim isimler oldu. Özellikle de şu
sıralar çok iyi işler çıkarıyorlar ve fotoğrafçılığı da kendilerine dert
ediniyorlar. Mustafa Evirgen, Mutafa Müezzinoğlu, İsmail Gökçe ve Veysi Soyer
bunlardan bazıları. Yine de bazı taşların tam olarak yerine oturması için zaman
gerekiyor.
Kitabı Türkiye’de bastırmış olmanızın özel bir nedeni
var mı?
Açıkçası özel bir sebebi yok ama öykü kitabım Yastık
Altı Gülkurusu’nu orada bastırdım çünkü edebiyat ve sanatımızın çok çıkış
kapısı olmasına rağmen ana çıkışı Türkiye. Bu sebeple de Türkiye’ye de
açılabilmenin bir aracı olarak o kitabımı Türkiye’de bastırmıştım. Bu kitaba
gelince Kıbrıs Türk fotoğrafçılığına dair bir kitabın Türkiye’de de ilgi
uyandıracağını düşündüm çünkü orada da bu sektörde çalışan çok insan var ve çok
gelişti. Bana göre bir sanatla ilgilenen insan o sanata dair tüm kitapları
okumalı. Bu başka bir ülkenin sanatı da olsa kaldı ki burada sözü geçen çoğu
fotoğrafçı Türkiye’de de tanınan bilinen insanlar. Kadir Kaba, Teyfik İleri,
Hikmet Uluçam veya Buket Özatay gibi isimler hep biliniyorlar. Bu isimlerin de
Türkiye’ye açılmasına katkıda bulunmak adına orada da satışa sunuldu.
PROJELER
Yeni projeleriniz var mı?
Önceliğim edebiyat, o yüzden önümüzdeki yıllar için
nitelikli bir öykü kitabı çalışmam var. Ona başladım ancak acele etmiyorum. İyi
bir kitap olsun istiyorum. Bu arada şair ve öykücü Mehmet Kansu’ya bir söz
vermiştim bu yıl 55. sanat yılı dolayısı ile onun çalışmalarını
kitaplaştırmamız olacak. Kansu’nun eserlerini beş fotoğrafçı fotoğraflarımızla
eşleştireceğiz. Sanırım iki ay sonra raflarda yerini alacak ve kendine özgü bir
kitap olacak. Kafamda hep projeler var belki kolektif olarak açılacak bir
fotoğraf sergisi de yapabiliriz. Bir de sosyal sorumluluk projesi yapmak
istiyorum. Bunu mutlaka yapacağım. Sanatçı ve yazarlar toplumun aynası ama
toplumun yaralarına da daha çok eğilmeli ve onlarla içli dışlı olmalı diye
düşünüyorum.
Sizin nasıl bir fotoğrafçılık anlayışınız var?
İnsan bir fotoğrafa baktığında aslında o fotoğrafta
fotoğrafçıya dair çok şey görebilir. Belki çektiğimiz başkalarının hayatı ama
benliğimizin derinliğinde bu dünyaya bakışımızdaki izler var. Biz aslında kendi
dünyamızın biraz daha farklı hallerini fotoğraflaştırıyoruz. Kendi umutlarımızı
veya acılarımızı… Her fotoğrafçı kendi beğendiği şeyleri çeker. Bu nedenle de
her fotoğrafçı aslında kendini çeker. Ben geçmişten çok besleniyorum. Odak
noktam otantik şeyler özellikle eski Kıbrıs kültürü ve kerpiç evler. Oradaki
yaşantılar ve bıraktığı izler.

YENİDÜZEN/ADRES KIBRIS, 15.10.2012
OYA AKIN
Yorumlar
Yorum Gönder